Biz eskiden, su içerdik testiden…

‘Aaaah ah,nerede o eski bayramlar’ diye başlarlar ya söze…
Belli bir yaşa gelmiş insanların çoğu, günümüzden duyduğu rahatsızlığı, geçmişe methiyeler düzerek dillendirir çoğu kez. Eski edep, eski komşuluk bağları, eski gelenekler…
Halbuki o tarihler aynı zamanda, savaşlar, darbeler, yokluklar, yağmalamalar, terör olayları, anarşi, isyanlar, idamlar, işkenceler, faili meçhul cinayetler, faili belli ama meçhul cinayetler, katliamlar, siyasi ve ekonomik krizler, skandallar, bankaların hortumlanması, devlet kurumlarının yağmalanması, belediye kasalarının boşaltılması, ihalelere fesat karıştırılması, mafya-devlet beraberliği, cehalet ve yobazlık gibi bir “süreci” de ihtiva ediyor.
Yani, ya bugünkü kötülüğün tohumları o yıllarda ekilmiş; ya da zaten yaşanıyordu.
Ayrıca bizim ‘kutsanacak’ bir geçmişimiz vardı da, biz mi yaşayamadık?

Istanbul-6-7-eylul
Biz o işkence kıvamındaki dayakları Japonya’da mı yedik, Adnan Menderes Çin’de mi asıldı, 6-7 Eylül olaylarını Aborjinler mi çıkardı, Taksimde insanların üzerine ateş açanlar Anzaklar mıydı?
Ben çocukken bile, şu “Beyoğlu’na bir zamanlar kimse kravatsız takımsız çıkmaz”mış efsanesi konuşulurdu. Ama o yıllarda başka işler de oluyormuş.
Taksim’e tramvayın yeni geldiği yıllara ait, bir ‘fortçu’  fıkrası size!

Adam tramvay’da güzel bir Ermeni kadının arkasına geçer, bir süre idare eden kadın artık dayanamayıp geri dönünce; adam durumu kurtarmak için,
– Yanlış anladınız hanımefendi, ben bugün maaşımı aldım da,’bu’ o’nun şişkinliği, deyince,
Ermeni kadın o güzelim aksanıyla,
– Taksim’den Elmadağ’a maaşına zam geldi?…

Umarım, bir gün ‘biz’ de anlayabiliriz,’bu’ neyin şişkinliği!

Fıkra gibi…

Kamil_Sönmez_portre

Demin televizyondan Kamil Sönmez’in vefat ettiğini öğrendim, içim burkularak da olsa, onu her hatırladığımda güldüğüm bu komik anımı, sizinle paylaşmadan edemedim (20-12-2012).
Sene 1983, konservatuarda öğrenciyken, harçlığımı çıkarmak için kısa süren bir sahne tecrübem olmuştu, bağlamayla eşlik ettiğim türkücülerden biri de Kamil Abi idi.
Kamil Sönmez, özellikle televizyon yayınının yeni başladığı yıllarda sık sık televizyona çıkar, Karadeniz türküleri okur, ve her seferinde değişik bir Karadeniz fıkrası anlatırdı. Onun davudi sesinden fıkra dinlemek çok keyifliydi.
Bu özelliğini çok iyi bilen yedi kişilik orkestramız, 45 gün aralıksız sürecek olan programın ortasında bir ‘fıkra arası’ verileceğini de öğrendi ve ilk gece sahneye çıktık. Kamil Abi şu fıkrayı anlattı,

Bir gün, benim Karadenizli bir hemşehrim, gazetede bir iş ilanı görür, ilanda aranan özellikler; yüksek okul mezunu olmak, askerliğini yapmış olmak, otuz yaşını geçmemiş olmak, iş deneyimi vs.
Karadenizli gazeteyi alır ve doğru o iş yerine gider ve iş ilanı için geldiğini söyler, Kendisine sorulur,
– Üniversite diploman var mı?
– Yok
– Askerliğini yaptın mı?
– Yok
– İş deneyimin var mı?
– Yok…  deyince, ‘E sen burada aranan özelliklerin hiç birine uymuyorsun’ diyen kişiye,
– Hah işte, ben de onun için geldim,siz siz olun sakın ha bu işte bana güvenmeyin!

Fıkra bitince, gazino seyircisi ayıp olmasın diye biraz güldü, ama kahkaha atanı duymadık. Orkestra
üyeleri de adeta, Kamil Abi onca güzel Karadeniz fıkrası varken, bula bula bunu mu bulmuş, der gibi
birbirimize baktık.
Ertesi gece fıkra arası geldiğinde Kamil Abi yine bu fıkrayı anlattı!
Biz, herhalde dün gece bunu anlattığını unuttu deyip geçtik-gazino müşterisinden yine tepki yok,
Üçüncü gece yine bu fıkra, biz homurdanmaya başladık-müşteride yine tık yok,
Dördüncü, beşinci altıncı gece… Derken, biz; Kamil Abi’nin, bildiği bütün fıkraları unuttuğuna inanmaya
başladık.
Nitekim, Kamil Abi bıkmadan, usanmadan, ısrarla ve inatla 45 gün, her gece bu soğuk fıkrayı anlattı.
Kimsenin çok gülmediğini gördüğü halde, anlatabileceği yüzlerce çok daha komik Karadeniz fıkrası
olduğu halde.
Fakat beni asıl güldüren, belki bu gece fıkrayı değiştirir umuduyla bekleyen orkestra arkadaşlarım.
Kamil abi yine, Bir gün benim Karadenizli bir hemşerim diye fıkraya her başladığında,davulcu bagetleri ısırmaya, kemaneci arşe ile kendi kafasına vurmaya, bongocu bongoyu fırlatacakmış gibi havaya kaldırmaya, sonra da birbirimize bakıp, sinir sinir gülmeye başlıyorduk.

Konu Karadeniz’li olunca, anısı bile fıkra gibi oluyor. Nur içinde yat Kamil Abi.

Su

su

Bir varmış, bir yokmuş. Dünyanın ormanı çokmuş. Ve bu ormanların birinde sapsarı renkli ve inanılmaz güzel sesli bir kuş yaşarmış; Kanarya. Bu kanarya her gün bir ağacın dalına tüner, binbir nağme binbir hüner, birbirinden güzel şarkılar söyler, ormanda yaşayan bütün canlıları mest edermiş…

 

Onur

Sarıyer Sarıyer olalı böyle lodos görmemiştir. Omzumda bağlama, kayıkçı rıhtımına vardığımda, azgın dalgalarla birbirine tokuşan kayıkları gördüm ve umudum neredeyse bitti. Çiseleyen yağmur da cabası. Fırtınaya ve yağmura karşı muşambalara sarılmış ve kuytuya sığınmış olan yaşlı adama bir umutla yanaştım…
-Dayı, karşıya geçmem lazım, konserim var, yüzlerce insan Beykozda beni bekliyor, beni karşıya götürür müsün?..
-Evlat koca vapurlar bile seferlerini durdurdu, boğazın yarısına bile varmadan alabora oluruz, deli misin sen?
-Dayı, benim için ölüm kalım meselesi, gitmezsem yaşayamam…
-Bak evlat, ne benim bu havada karşıya kürek çekecek dermanım var, ne bu kayığın bu dalgalara dayanacak gücü…
Para aklıma geldi…
-Bu kayığın ederi ne dayı?
-Evlat kayığı satsam bile ben gelemem, dört tane evladım var, kayık devrilirse bu parayı da göremezler…
-Tamam dayı ben sürerim…deyip, o güne kadar biriktirdiğim tüm servetimi kayıkçı dayının eline saydım ve Beykoz’a doğru küreklere asıldım…
Demin çiseleyen yağmur şimdi sağanağa dönüşmüştü, kürek çekerken akıntıya kapılmamak için sola ve karşıya ilerlemeye çalışırken, boğazın tam ortasında sol kürek ikiye ayrıldı…
Tek kürekle ilerlemenin imkansız olacağını düşünüp, siyah bez kılıfı içinde zaten sırılsıklam olmuş bağlamamı çıkardım ve ikinci kürek olarak onu kullandım…
Teknesi geniş olduğundan, sola ve ileri ilerlemek daha mümkündü artık..
İki saatlik bir boğuşmanın ardından Beykoz sahili ufukta göründüğünde, sahilde birikmiş ve benim gelişimi izleyen kalabalığı gördüm… Dinleyiciler olmalıydı bu kalabalık. Yoksa niye kimi şemsiye altında, kimi muşambalar içinde ve bir kısmı yağmurdan hiç korunmadan, karşı sahilden kayıkla gelen bu adamın gelişini merakla izlesinler…
Sahile vardığımda fırlattığım ipi yakalayıp iskeleye bağladılar ve benle birlikte sırılsıklam olmuş bağlamamı tutup yukarı çektiler…
Konser salonuna vardığımızda, beni iyice kurulayıp,sıcak bir sahlep ikram ettiler. Ancak çok önemli bir sorun vardı. İki saat kürek çekmekten su toplamış bu parmaklarla artık Gelin Ayşeyi bile çalamazdım… Zaten sazım da kürek olup bata-çıka çalınmaz hale gelmişti…
Ben bu durumu karşımdaki insanlara açıklamaya çalışırken, elindeki bağlama ile kalabalığı yaran bir genç?
-Usta,usta!..bak bu babamın bağlaması, hem de Ragıp Ustanın yapımı…
deyip, elinde tutmuş olduğu dut sazı bana doğru uzattı…
Yaşı en fazla 17-18 olan bu gence su toplamış ve kabarmış olan parmaklarımı uzattığımda, hem o, hem de bunu gören kalabalık acıyarak baktı parmaklarıma, onlar da umudu kesmişti artık benden…
Sazı getiren çocuğa sordum…
-Adın ne?
-Onur usta…
-Sen saz çalıyor musun Onur?
Utana, sıkıla…
-E biraz usta..
-Peki biraz çalar mısın bize Onur?..
Biri sandalye getirdi ve Onur’a buyurgan bir şekilde,
-Hadi çal biraz ustaya…
Onur kaytağı’ya başladığında kendime şunu sordum,
Bu insanlar niye beni beklemişlerdi ki?
Eserin hızlı bölümüne geçmeden Onur’un sağ bileğini tuttum.
-Dur!..
Sonra kalabalığa dönüp,
-Aramızda genç bir yetenek var, belki Beykozlu olduğu halde onu dinlememiş olanlarınız vardır. Zaten şu an bağlama çalacak durumda değilim. İzninizle onu sahneye davet ediyorum…
Onur şaşkın,kalabalık şaşkın… Başlattığım bir moral alkışından sonra Onur’u ve sazını sahneye aldılar, dinleyiciler koltuklarına yerleşti ve konser başladı…
Bağlamaya küçük yaşta başlamış olmalıydı. İlk eser bittikten sonra, hem bizim coşkulu alkışlarımızla bulduğu moral, hem ısınmış ve rahatlamış olan parmaklarıyla, beni ve Beykoz halkını hayranlığa ve şaşkınlığa sürükledi Onur. Su toplamış ellerimi unutup nasıl alkışladığımı, tüm servetini kayıkçıya kaptırmış ve geri dönüşü bile belli olmayan biri olarak kendi acımı unutup Onur’un dehasıyla nasıl coştuğumu anlatamam… Resital bittiğinde Onur omuzlardaydı. Bağlamayı sağ eliyle havaya kaldırdı ve gözgöze geldik… Şükran duygusu öyle güzel okunuyordu ki gözlerinden. İyi ki o kürekleri çekmişsin be usta, der gibi bakıyordu bana…
Sonra ben mi ne oldum?
Hala Sarıyer’e dönemedim, hala beş parasızım, ve hala parmaklarım yaralı…
Ama Onur’u kazandım…

Üç müdür, üç dayak (tamamen yaşadıklarım)

Nasıl olur!..

Ben çocukken, Almanya’dan gelen akrabalarımız, Almanya’da bir anne-babanın, kendi çocuğunu dahi dövemediğini, şikâyet edilmeleri halinde devletin çocuğu ailenin elinden aldığını söylediklerinde, inanamamıştım ve bu şaşkınlık uzun yıllar sürdü. Bir çocuk nasıl olur da dayaktan uzak büyüyebilir idi!

Dayak, benim çocukluğumun en etkili eğitim ve ıslah yolu; yetişkinler için en pratik ve rahatlatıcı deşarj yolu idi.

Bazen evde, bazen okulda, bazen sokakta, bazen hepsinde; bizde, dayak yemeyeni dövüyorlardı!

Kızlar bize göre biraz daha şanslı görünseler de, bu eksik, evlenince kocaları tarafından giderilecekti.

Bazı hocalar öğrenciyi daha etkili dövebilmek için kendilerine has dayak yöntemleri geliştirmiş, bazıları bir kızılcık sopası ya da kalın bir cetvel olmadan dolaşmaz hale gelmişti.

Eşşek sudan gelene kadar (ki, bir türlü gelmezdi), Allah yarattı demeden (ki, yaratmamış olduğuna böyle ikna ettiler), artık, evdeki veya okuldaki dayakçının o günkü halet-i ruhiyesine göre (ki, hep bozuktu), etimiz onların, kemiğimiz onların, ruhumuz zaten onların; bir yetişkinin bile kaldıramayacağı dayakları yiyip durduk. İnanın, yediğimiz dayak, ancak işkence ile izah edilebilir idi!

Bugün bir ‘öfke toplumu’ haline gelmemizde, bu hayvan terbiyecilerinin katkıları büyüktür, hepsini ‘minnet’ ile anıyorum.

Ülkemize geç intikal eden tek şey’in matbaa olduğunu zannedenler yanılıyordu, zira pedagoji veya insan psikolojisi gibi hayati önemi haiz olgular, belki de ‘dayak yeriz’ korkusu ile eğitim sistemimize sokulmaya cesaret edememişti.

 

Erken kalkan yol alır…

O yıllarda, özellikle erkek çocuk doğduğunda, aileler onu nüfusa, bir yıl büyük yazdırırdı. Çocuk okula erken başlasın, askere erken gitsin, kısaca, hayata erken atılsın diye gelenek haline gelmiş iğrenç bir uygulamadır bu.

Daha doğduğumuz an, ömür boyu taşıyacağımız kafa kâğıdına yanlış bilgi girerek, o doğum tarihini gerçek sanan insanlara-benim gibi- ‘yok, orada 01-08-1962 yazıyor ama benim esas doğum tarihim 27-02-1963’ açıklamasını yapmak zorunda kalacak olmamız, kimsenin umurunda olmamış.

Bu yetmiyormuş gibi rahmetli annem beni ilkokula da bir yıl erken yazdırınca, ben 1968 yılında, yani daha beş buçuk yaşında, oyun oynamaya doymadan, ruhsal ve fiziksel açıdan hiç de hazır olmadığım halde, ilkokul öğretmenim Sevim Başaran’ın acımasız kollarına bırakılmıştım.

Benimki biraz fazla ‘erken’ olmuştu.

 

İlkokul…

Sevim Başaran, uzun boylu, etine dolgun ve hoş bir kadındı. Evli ve iki çocuk sahibi olduğu halde devamlı mini etek giyebilecek kadar rahat ve özgür, erkek arkadaşını sınıfa getirip ders esnasında onunla flört edebilecek kadar da utanmazdı.

Aslında her şey çok eğlenceli başladı. Pratik zekâm okumayı sökmemde ve matematik işlemlerini çabucak kavramamda oldukça faydalı olmuştu. Sevim Hanım matematik işlemlerini öğretirken bize kombine sorular sorar, (10 ile 15’i topla-7 çıkar-2 ile çarp-kalanı da 4’e böl gibi), ödül olarak da doğru cevabı ‘ilk bulan’ öğrenciyi öperdi. Arkadaşlarım, daha bu işlemleri defterlerine yazarken, ben kafadan hesaplayıp sonucu söylerdim. İlk öpücükler istekli, daha sonrakiler isteksiz ve asık bir suratla gelmeye başlamıştı: sanki sus da, biraz da diğer arkadaşlarını öpeyim der gibi. Zaten diğer arkadaşlarım, hoca beni her öptüğünde somurtarak memnuniyetsizliklerini belli ediyor ve bu durum beni sadistçe, daha çok kamçılıyordu. Öpücük arsızı olmuştum, bütün öpücükler benimdi işte! Fakat bu öpücüklerin birer Osmanlı tokadına dönüşmesi fazla uzun sürmedi.

Nereden bilecektim ki, ayrıcalığımı öpücük ile ödüllendiren bu kadının, bir gün benden ders çalışmamı isteyeceğini! Pratik zekâm artık işe yaramıyor, çünkü önüme ineklemem gereken kitaplar sürülüyordu. Bu da yeterince oyun oynayamayacağım anlamına geliyordu ki: asla kabul edilemezdi.

Matematik işlemlerinin birini bile benim kadar hızlı çözemeyen, yani Sevim Hanım’ın bir kere bile öpmediği arkadaşlarım, sanki benden intikam alır gibi, evlerinde yayıla yayıla inekleyip, ertesi gün hazır bir şekilde geliyorlardı. Okul, bir hapishaneye, dersler ise işkenceye dönüşmüştü. Sevim hanım ders anlatırken, teneffüse çıkma hayali ile o ‘buhran’ dolu dakikaları tüketmeye çalışsam da, tükenmiyordu. Önce gözden düştüm, sonra giderek artan yaramazlıklarım, Sevim Başaran’ın şiddeti giderek artan dayakları ile karşılık bulmaya başladı. Henüz oraya ait değildim çünkü.

 

Buhran patlaması. . .

Hoca bir gün, bizi dört kişilik kümeler halinde oturtup ders anlatmaya koyuldu ki, vicdanımı hala rahatsız eden, nasıl yapabildiğimi hala anlayamadığım ve kanlı bir suça bulandığım gündü o gün. O ders yaşadığım sıkıntı daha öncekilere hiç benzemiyordu. Bir çocuğu nasıl afakanlar basar, ruhu nasıl nefesini kesecek kadar daralır, nasıl git gide artan bir sıkıntı ile patlama noktasına gelir ve bunu önündeki kalın kitabı alıp solunda oturan arkadaşının suratına tüm gücü ile vurarak şuursuz ve vicdansız bir şekilde dindirmeye çalışır!

O an tahtaya bir şeyler yazan hoca, sınıfta kopan gürültü ile geri döndüğünde, arkadaşımın burnundan akan kanlar, sıranın ortasında bir kan gölü oluşturmuştu bile.

Kim yaptı bunu!.. Zaten cevabını bildiği bu soruyu, bütün sınıf ‘İnşallah hak ettiği cezayı alır’ der gibi cevapladı… Zeki!

Tahtaya davet edildim.

Her vurduğunda kafam kara tahtada sekiyor ve bir sonraki şamarı karşılamak üzere tam karşısında, bulunmam gereken yerde duruyordum. Ne kadar sürdü bilemiyorum ama, o dev gibi kadın yorgunluktan bitap düşüp iki büklüm oldu ve nefes nefese ‘Ben senin o kadının oğlu olduğuna inanmıyorum’ dedi. -Annem çok sevilen, tatlı dilli ve saygın bir kadındı-.

Şayet o an, evde doğduğumu, yani hastanede karışma ihtimalinin olmadığını ve bal gibi de o kadının oğlu olduğunu söyleseydim, kalan gücünü de toplayıp yine yumulurdu muhtemelen. Sustum.

O gün bana uyguladığı işkenceye dayanıklılık testi ve benim o’na uyguladığım efor testi, bu kadar şiddetli olmamakla birlikte, mezun olana dek: tam beş yıl devam etti.

Keşke Atatürk ‘Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır’ sözüne ‘sakın onları dövmeyin’ ikazını da ekleseymiş. Acaba fark eder miydi?

 

Sen misin köftemi yollamayan!..

Annem sokakta adres soran birini bile, güler yüzü, güzelliği ve mükemmel Türkçesi ile cezbeden ve soran kişiye o adres tarifinin mümkün olduğunca uzun sürmesini diletecek kadar, türüne hala rastlayamadığım, onu tanıyan herkeste güzel anılar ve derin izler bırakmış bir asalet abidesi idi.

Sevim Hanım’ın ve daha sonra pek çok kişinin beni ona yakıştıramaması bundandır. Sevim Hanım ile dostluğu önce öğretmenim olduğu için, daha sonra Sevim Hanım’ın da etrafında gördüğü veli profilinin çok dışında, sohbeti tatlı ve daha önemlisi aç gözlü isteklerine cevap veren tek ‘saf’ veli olduğu için gelişti.

Bir gün, misafiri geleceğini ve onları ağırlamak üzere annemden bir şeyler hazırlamasını rica eden notu yazıp elime tutuşturdu. Mutfakta bir deha olan anam, bu ricayı köfte, patates, salata ve kek ile yerine getirip benimle yolladı. Köftenin ve kekin ne kadar leziz olduğunu, arkadaşlarını bu sayede çok güzel ağırladığı için ne kadar makbule geçtiğini yine bir teşekkür notu ile anneme iletti.

Yapılan iyilikler zamanla görev halini alırmış. Ertesi gün ve ondan sonraki pek çok gün her öğle tatilinde Sevim Hanım aynı ‘rica’yı bir not yazarak, annem de ‘köfte’ yaparak yerine getiriyordu. Ben de, birbirine çok yakın olan okul ile evimiz arasında, bir posta güvercini ve kurye olarak, önce Sevim Hanım’ın notunu, sonra annemin köftelerini taşıyıp duruyordum.

Bunlar olurken dayağın kesildiğini ve benim Sevim Hanım’ın en gözde öğrencisi haline geldiğimi söylememe gerek yok herhalde!

Babamın bir şoför, ailemizin dar gelirli olduğu ve bir insandan her gün yemek yapıp göndermesini istemenin ayıp olduğu Sevim hanım’ı hiç ilgilendirmiyordu.

Benim saf anam, bunun bir istismara dönüştüğünü nihayet anlayıp da son vermeye karar verdiğinde, olan yine bana olacaktı. Dayak yine başladı!

Artık yollanmayan köfteler şamarla cezalandırılıyor, eften püften en ufak şey bile, benim dayak yememe yetiyordu. Annem ne kadar içine attı bilmiyorum ama bir gün eve döndüğümde yüzümdeki şamar izlerini görünce adeta deliye döndü ve beni bırakıp, koşarak okula gitti.

Bu olaydan kırk sene sonra, annem ölmeden bir kaç ay önce dedi ki ‘Eğer o gün Sevim’i okulda bulsaydım, yolmuştum.

 

Üç müdür, üç dayak…

İlkokul öğretmenim asla unutamayacağım beş yıllık dayak ve işkence eğitimini bitirdiğinde, belki ortaokula terfi etmekle dayaktan yırtabileceğimi düşünerek, belki oradaki hocaların biraz daha insaflı olacağını umut ederek bir hayli sevinmiştim.

Ne kadar safmışım.

O yıllarda, ortaokulda, erkeklere üniforma ile birlikte ‘şapka’ mecburiyeti vardı. Asker milletiz ya! Fakat şapkayı dışarıda takmak zorunlu, okulda takmak yasaktı (Bir şeyin hem zorunlu, hem de yasak olması durumu?). İlk gün, son ders zili çaldığında o öğrenci seli ile birlikte, adeta onların arasına sıkışarak merdivenlerden aşağı sürüklenirken, henüz toparlayamadığım ve açık kalmış olan çantamı kapatmaya çalışıyordum. Bunu yaparken de şapka başımda idi. Son kata indiğimizde, o öğrenci selinin, ortada duran koca bir nesneyi sağından ve solundan yararak ilerlediğini hatırlıyorum. Ve ben başımda şapka, hala çantamı kapatmaya çalışırken, karşımda duran o koca nesnenin önce koca göbeği, kafamı yukarı kaldırınca da, altları kararmış, öfke ile bakan gözleri ile karşılaştım. O dev nesne zalim müdürümüz Adnan Palandöken idi.

Balyoz gibi inen dört tokat ve eve gittiğimde bile hala silinmemiş olan izleri!

Dışarıda takılması zorunlu olan ‘şapka’yı okulda, o kargaşada başımda ‘unutma’nın cezası!

Belki de adamcağız, yaz tatili boyunca hiç öğrenci dövememiş olmanın acısını çıkardı, hem böyle affedilmez bir suç, dünyanın her yerinde en az dört okkalı tokat etmeliydi!

Ne harika bir ilk gün değil mi?

Sonraki iki yıl boyunca yediğim küçük, münferit dayaklar ve dayaktan bile saymadığım sıra dayakları, benim gibi cehennemden çıkmış birinin elini, en fazla kibritle yakmak kadar acı vericiydi.

Fakat o yaz, yediğim bütün dayaklardan daha fazla acı veren bir şey oldu.

 

Ah baba ah…

O gün eve geldiğimde haciz memurlarını eşyaları toplarken buldum. Annem bir yandan ağlıyor, bir yandan az sonra terk edeceğimiz evimizden gerekli olan son şeyleri çantalara yerleştiriyordu. Alacaklılar ödemeyi biraz geciktirsinler diye nasıl dil döktüğünü, babam biraz gayrete gelsin de çalışsın diye nasıl uğraştığını çok iyi hatırlıyorum. Hatta sırf bunun için, son bir umutla, babamın kız çocuk arzusunu yerine getirmek üzere, ona yemin ettirerek, benden sekiz yaş küçük kız kardeşim Burcu’yu doğurduğunu da çok iyi hatırlıyorum.

Ama bunların hiç biri babamın nargileye ve kahveye olan aşkını azaltamamıştı. Kendisine tanınan son tolerans da haciz memurlarının baskını ile sona erince, annem o’nun yüzünü bir daha hiç görmemek üzere beni ve kız kardeşimi alarak, Arnavutköy’deki annesinin ve kız kardeşlerinin yanına hareket etti. Artık ailem dağılmıştı.

Bu da yeni bir semt, yeni bir ev, yeni bir aile yapısı ve en önemlisi ‘yeni bir okul’ demekti.

 

İkinci müdür…

Annem beni Gazi Osman Paşa Ortaokulu’na yazdırmıştı. Bu okul Ortaköy’de, boğaz köprüsünün az ilerisinde, denize sıfır, ahşap bir Osmanlı yalısı idi (Yıllar sonra yandı?).

Ayrıca bu okul gerek konumu ve binası, gerek’se ciddi eğitimi ile İstanbul’un en köklü ortaokullarından biri idi. Ve en az kendisi kadar meşhur, okulla özdeşleşmiş bir müdürü vardı, Kel Fikret!

Aynı zamanda okulun müzik öğretmeni de olan bu adam, despot, Osmanlı Tarihi ile öğünmeyi çok seven, fakat Klasik Batı Müziği tutkunu biriydi.

Okulun ilk günü, sınıfta hiç kimseyi tanımayan bir öğrenci olarak ve ön sıraların tamamen dolu olduğunu görerek en arka sıraya oturdum. Ben etrafımı tanımaya çalışırken Kel Fikret sınıfa girdi. Okulun o yaz tadilattan geçtiğini, duvarların yeni boyandığını ve bu duvarları kirletenlerin ceza alacağını anlatırken, gözü benim tek başıma oturduğum sıranın arkasındaki duvara takıldı, eyvah! Oturduğumuz sıralar monte edilmemiş ve birbirinden bağımsız olduğundan, öndeki sıralar da arkaya doğru itildiğinden, benim sıramın kaçacak yeri kalmamıştı. Duvar zaten, ben daha oturmadan önce çizilmişti ve ille de bir suçlu aranacak ise, bu önümde oturan bütün sıra sahiplerinin suçuydu, çünkü beni duvara kadar sıkıştıran onlardı. Fakat bunların hiç biri Kel Fikret’in düşünmesi gereken şeyler değildi, zira ona bir günah keçisi lazımdı ve o da bendim.

Hışımla üstüme atıldı ve sınıfın ortasında dövmeye başladı. Henüz adımı bile bilmeyen arkadaşlarımla tanışmam da işte böyle oldu.

Ne harika bir ilk gün ‘daha’ değil mi?

 

Okulumuz lojman değildir…

Sarıyer’in hasretine dayanamayan ailem, çok güzel ve merkezi bir boğaz semti olduğu halde Arnavutköy’e sadece bir yıl katlanabildi.

Fakat Sarıyer maalesef bıraktığımız gibi değildi. Tüm ülkeyi saran sağ-sol vebasından o da nasibini almış, mahallede birlikte oynadığım, okulda aynı sıraları paylaştığım arkadaşlarım bile fanatikçe politize olmuş ve birbirlerine diş biler hale gelmişti.

İşte bu tekinsiz, anarşi ortamında Lise’ye başladım.

Lise müdürümüz Ruşen Altıok okulun üst katını kendine lojman olarak tahsis etmiş, sağcı olduğu herkes tarafından bilinen, akordeon çalan, ince bıyıklı ve göbekli bir adamdı. Bizimki gibi azılı solcularla dolu bir okulda sağcı bir müdür olmak, o yıllarda kimsenin hayrına değildi. Sık sık okulun önünde gerçekleşen protesto gösterilerinde, müdür, hedef tahtasındaki adam olmuş, kahrolsun faşizmin yanı sıra ‘Okulumuz Lojman Değildir’ en sık tekrarlanan slogan haline gelmişti.

Bu işlere bir türlü ısınamamış olan ben, zaten doğru dürüst ders işlenmeyen okulumuzda çıkan kavgaları ve boykotları fırsat bilip, soluğu doğru kulüp binasındaki bilardo salonunda alıyordum.

Anarşi ve boykot ile geçen o yıllar, bu gün bile tutku ile bağlı olduğum bilardo sporunu tanımam ve geliştirmem için, adeta bana zaman ve mekân sağlamıştı. Kısa sürede iyi oyunculardan biri olmuştum.

Bir gün, yine boş geçen derslerden birinde, sınıfta kopan gürültü, odası tam üst katta olan müdürümüzü fena rahatsız etmiş. Sınıfta bağırıp çağıran, şarkı ve marş söyleyen kitleye, ben de sıranın üstünde ‘ritim’ çalarak eşlik ediyordum. Müdür sınıfa girdiğinde sınıf başkanına, önce bu rezaletin sebebini, sonra bu gürültüyü kimin çıkardığını sordu. Başkan da, sanki bütün o gürültü benden çıkmış gibi, birimizi mecburen feda etmenin mahcubiyeti içinde beni işaret etti.

Tahtaya davet edildim!

Önce adımı sordu ve sonra, sınıf farkının iğrençliğini iliklerime kadar hissettiren o soru…

Baban ne iş yapıyor?..

O dayağı yiyeceğimi bilseydim, babam vali veya emniyet amiri filan demez miydim! Babam şoför dedim.

Bütün sınıfın çıkardığı gürültünün cezası yine bana kesilmiş, daha kötüsü, adam kendini protesto eden bütün okula duyduğu öfkeyi, beni acımadan döverek kusmuştu. Tokatlar peş peşe inmeye başladı.

Ertesi sabah okula gelirken, yine okulun önünde boykot yapan kalabalığın sesini duydum, ama bu defa ben de aralarına karıştım ve sesim kısılana kadar bağırdım, “Okulumuz Lojman Değildir!”.

 

Hani esprili bir bilmece vardır

Arka arkaya üç kez tekrar edildiğinde bir anlam oluşturan tek kelime nedir?

Cevap: ‘Müdür’. Yani ‘Müdür, müdür müdür?’

Ama ben daha esprilisini buldum!

Bir öğrencinin üç ayrı okulda, üç ayrı müdürden de dayak yemesi mümkün müdür?

Siz artık cevabı biliyorsunuz!