Hırsız Kraliçe

Bir varmış, bir yokmuş. Zamânın birinde yanyana yaşayan iki krallık varmış.
Kebabistan ve Pertistan. Kebab’lar bolluk ve huzur içinde yaşarken, Pert’ler yoksulluk ve sefâlet içindeymiş.Halkının bu biçâre durumuna çok üzülen Pert kralı Zürtettin, aynı coğrafyada yaşadıkları hâlde nasıl bu kadar farklı olduklarını bir türlü çözemezmiş. Hâttâ sırf bunu öğrenebilmek için Kebabistan’a ajan yollamayı bile düşünmüş ama, hem Kebabistan çok iyi korunduğu için, hem de kendi ajanları sefil görüntüleri ve ilkel davranışlarıyla kendilerini hemen ele verir korkusuyla buna cesâret edemezmiş…
Onun bu kederli hâlini gören dört kızından en küçüğü ve güzelliği dillere destân olan Ambernaz, kral babasına yardım edemediği için, en az onun kadar üzülür, kahrolurmuş…

Günlerden birgün Kebab kralı İsotius ölünce, tek oğlu olan Abazius anlı-şanlı bir törenle tahta geçmiş. Bunu fırsat bilen Ambernaz babasına koşarak gidip, kendisini bir câriye gibi, genç kral Abazius’a hediye olarak göndermesini istemiş… Küçük kızından ayrı kalmak istemeyen ve onun yakalanması riskini göze alamayan kral önce buna itiraz ettiyse de, kızının ısrarı ve ikna gücü karşısında, içi kan ağlayarak da olsa kabul etmiş güzel Ambernaz’ın bu teklifini…

Ambernaz, en güzel elbiseleri giydirilip, en güzel takıları takılıp, babası ve ablalarıyla vedâlaştıktan sonra, bir tahterevana bindirilip Kebabistan’ın yolunu tutmuş, kafasında binbir şeytanlıkla…
İki günlük bir yolculuktan sonra Kebabistan’a vardıklarında Ambernaz, bambaşka bir âleme girdiğini hemen hissetmiş… Etrafta kendi ülkesinde hiç göremediği kadar ağaç ve çiçek varmış… İnsanlar sağlıklı ve iyi giyimli, hayvanlar ise hep besiliymiş… Gökyüzü bile bir başka parlıyormuş Kebabistan semâlarında…

Saray kapısına vardıklarında, kendilerini durdurup kontrol etmek için tahterevanın perdesini aralayan saray muhafızını güzelliği ve şeytâni gülüşüyle erittikten sonra, genç kral Abazius’un huzuruna çıkmak üzere saraya alınmış Ambernaz…

Kadınlara olan düşkünlüğüyle bilinen genç, yakışıklı ve heybetli kral Abazius, o sırada en güzel câriyelerinden biriyle hâlvet hâlindeymiş…
Ambernaz iki saatlik bir bekleyişin ardından, uçkurunu toplayarak merdivenlerden aşağıya inen genç kralı süzmüş, süzmüş, süzmüş ve?..
“İşte benim erkeğim (salağım) bu” demiş, içinden…
Ambernaz’ı hiç rastlamadığı bir güzellik ve seksapel içinde gören Abazius, sabahtan beri hâlvet hâlinde olduğunu tamâmen unutup, yeni hediyesini kucakladığı gibi, daha demin terkettiği hâlvet odasına doğru koşturmaya başlamış. Daha az önce seviştiği hatunun hâlâ odada olduğunu görünce de, müthiş bir sinirle:
-“Bre zındık, sen hâlâ ne yaparsın bu odada!” deyip, biraz önce spermlerini boşalttığı hâtunu dehlemiş…
Ambernaz, her ne kadar bunu kralın daha dinlenmiş bir anında yapmak istese de, Abazius’un o anki şehvetine karşı gelememiş…
Ve bütün hünerlerini ortaya koyarak genç kral Abazius’a, o güne kadar yaşamadığı bir zevk yaşatmış…
Ambernaz’ın muhteşem güzelliği ve inanılmaz dişiliği karşısında âdeta büyülenen kral Abazius, bu zevki haremindeki bütün câriyeleri gözden çıkararak, sâdece Ambernaz ile aylarca sürdürmüş…

Ambernaz, bir gece yine ateşli bir halvet sonrası, Abazius’un sarhoş hâlinden de yararlanarak hamile olduğunu, ancak evlenmeden bu çocuğu asla doğuramayacağını söylemiş. Zaten Ambernaz’a deli gibi tutkulu olan Abazius, baba olacağını da öğrenince, saraydakilere emirler yağdırıp düğün hazırlıklarını başlatmış. Bir hafta sonra da, anlı-şanlı bir düğünle evlenmişler. Kebab halkı yeni kraliçelerinin güzelliği ve kralları Abazius’un mutluluğunu günlerce süren eğlencelerle, sabahlara kadar yeyip, içip kutlamış…
Zaten hâmile olan Ambernaz, 6 ay sonra bizim krala bir de erkek çocuk doğurunca, saraydaki bütün câriyeler bu gözde ve anaç kraliçeye biat etmeye başlamış. Kral Abazius yeni kraliçesini o kadar sevmiş ve itimat etmiş ki, sonunda saraydaki hazine odasının anahtarını bile tek oğlunun anası, sevgili ve seksi eşine emânet etmeye karar vermiş… Artık sarayın ve hazinenin en büyük hâkimi Kraliçe Ambernaz olmuş…
Hazine odasına girdiğinde ağzına kadar mücevher ve altın sikke ile dolu olduğunu görünce, hemen kağıda-kaleme sarılıp kral babasına bir mektup döşenmiş Ambernaz…

Sevgili Babacığım,
Bir yıl boyunca sizden ve ülkemden ayrıyım, sizleri nasıl özlediğimi anlatamam. Ancak küçük kızınız hiç boş durmadı bu bir yıl boyunca…
Şu anda bu mektubu, Kebabistan’ın yeni kraliçesi olarak yazıyorum size…
Bir de erkek torununuz oldu, adını da ülkemizin kurucusu kral dedemin adı olan Perttettin koyduk…
Sizden bir isteğim olacak. Bir plan gereği üç ablamı da buraya, saraya hizmetçi olarak alacağım… Yanlız, kendilerine sıkıca tembih edin beni görünce tanıdıklarını belli etmesinler ve sarılmaya kalkmasınlar. Kraliçenin karşısındaki birer hizmetçi gibi davransınlar. Planımın ne olduğunu, zâten daha sonra anlarsınız. Bu mektup elinize geçer geçmez hazırlıklara başlasınlar ve ertesi gün yola çıksınlar…. Kızınız Ambernaz…

Kurnaz kraliçemiz o gece Abazius’u şehvete ve içkiye boğduktan sonra, bebekleri ve kendi özel işleri için 3 kadın hizmetçi alacağını söylemiş. Karısının bu isteğini son derece mâkul bulan Abazius “olur kraliçem” deyip sızmış…
Bir hafta sonra 3 abla hizmetçi kıyafetleriyle saraya gelince, Ambernaz onları gizlice odasına almış ve doya doya birbirlerine sarılıp hasret gidermişler. Sonra da planını anlatmış ablalarına…
-Pert halkının bu kadar yoksul ve babamızın da bu yüzden devamlı kederli olmasını hazmedemiyorum. Sarayın idâresi ve hazinesi artık benim elimde. Ve burada her iki ülkeye de yetecek kadar altın ve mücevher var…
Sizden isteğim, her hafta sonu biriniz Pertistana gidip benden aldığınız altınları babama verip, hemen geri döneceksiniz. Bunu sırayla yaparsanız hem sizin için daha az yorucu olur, hem de yokluğunuz fazla dikkat çekmez. Zâten Abazius’un gözü benden başka birşey görmüyor…
Ambernaz’ın bu teklifini sevinçle karşılayan 3 abla odalarına yerleşince, Ambernaz gizlice hazine odasına gidip 1 torba dolusu altın doldurmuş ve ertesi gün ablalarından en küçük olanı Mıncıknaz’a verip yola çıkmasını istemiş… Henüz birkaç gün önce yolcu ettiği kızlarından birini karşısında gören Pert kralı Zürtettin ilkin şaşırdıysa da, bir torba dolusu altını görünce kurnaz kızı Ambernaz’ın planını oracıkta anlamış. Altınları babasına veren Mıncıknaz hemen geri dönmesi gerektiğini ve yolunun uzun olduğunu söyleyerek vedâlaşmış kral babasıyla…
Bunu bir gelenek hâline getiren Ambernaz, hazine odasından her hafta 1 torba dolusu altın ve mücevher doldurup, ablalarından biriyle Kral babasına yolluyormuş… Birkaç ay sonra Pertistan bambaşka bir ülke hâline gelmeye başlamış. Eline geçen hazineyi halkıyla paylaşan kral Zürttettin, onların daha iyi beslendiğini ve artık daha mutlu olduğunu görünce küçük kızına bir teşekkür mektubu yazıp, o hafta altın getiren ablalardan biriyle yollamış…

Sevgili Kızım…
Tahta çıktığımdan beri halkımı hiç bu kadar mutlu görmedim…
Bunlar hep senin sâyende oldu, minnettârım… Baban Zürtettin…

Ancak gitgide azalan hazine bir zaman sonra Abazius’un dikkatini çekmeye başlamış… Hazine odasının anahtarının sâdece kendisinde ve kraliçede olduğunu bildiği için, sevgili eşine de toz konduramadığı için, bunu anlamak üzere kapıya nöbetçi olarak bir asker dikmiş…
O hafta yine hazine odasına girmek üzere odasından çıkan Ambernaz, kapıdaki nöbetçiyi görünce kocasının şüphelendiğini ve önlem almak için bunu yaptığını hemen anlamış. Geri dönmüş ve ablaları içinde en genç ve en güzel olan Mıncıknaz’ı yanına çağırtmış…
-Bana bak, hazine odasının kapısında bir nöbetçi var artık. O orada olduğu sürece ben içeri giremem. Sen bu nöbetçiyi hazine odasının yanındaki odaya çekip biraz oynaşarak oyalayacaksın. Ben de bu sırada sessizce işimi bitiririm. Önce git kendini biraz süsle ve benim baştan çıkartıcı kokularımdan sürün biraz…
Kardeşinin dediklerini eksiksiz yapan Mıncıknaz, en şuh hâline bürünüp nöbetçi askerin yanına gitmiş. Birkaç dakikalık sohbetin ardından nöbetçi askerle öpüşerek odaya dalınca, bunları uzaktan seyreden Ambernaz, sessizce hazine odasını açmış ve torbayı tıka-basa altınla doldurmuş…
Ambernaz her hafta hazine odasına girmeden önce Mıncıknaz’ı süsleyip nöbetçi askerin yanına yolluyormuş… Zâten birbirleriyle çok “samimi” olan bu çift, daha birbirlerini görür görmez kenetlenerek odaya dalıyormuş ve Ambernaz da rahatça işini bitiriyormuş…

Ancak hiç hesapta olmayan birşey olmuş…
Yaklaşık 4 ay sonra Mıncıknaz ağlayarak Ambernaz’ın yanına gelmiş ve hamile olduğunu söylemiş…
Bu duruma çok sıkılan Ambernaz :
-Karnın gitgide büyüyecek ve sen bu vaziyette sarayda dolaşamazsın, dikkat çeker ve Abazius şüphelenebilir. Pertistana dönmeli ve çocuğunu orada doğurmalısın. Hem hiç olmazsa birimizin babamın yanında olmasında fayda var. Abazius bana soracak olursa, iyi çalışmadığın için kovduğumu söylerim…
Ertesi gün Mıncıknaz’ı Pertistan’a yolcu eden Ambernaz, ortanca abla olan Okşanur’u yanına çağırtır…
-Bu nöbetçi askeri bugüne kadar Mıncıknaz oyalıyordu ama bunu şimdi sen yapacaksın. Bu asker sizin hizmetçi olduğunuzu biliyor. Eğer Mıncıknaz’ı sorarsa kovulduğunu, ama gitmeden evvel asker sevgilisinin ne kadar ateşli ve mârifetli olduğunu seninle paylaştığını söylersin. Git şimdi kendini biraz süsle ve gel…
Kardeşinin dediklerini yapan Okşanur edâlı bir şekilde askerin yanına gitmiş ve muhabbete başlamış. Mıncıknaz’a çok alışmış ve düzenli bir seks hayatı edinmiş olan asker, onun kovulmasına ve bir daha hiç göremeyecek olmasına üzülmekle birlikte Okşanur’un dudaklarına da hiç itiraz etmemiş. Ablasıyla askerin sarmaş-yapış yan odaya girdiklerini gören Ambernaz, her zamanki ustalığıyla torbasını doldurmuş ve ertesi gün en büyük abla olan Yaslagül’ü de altınları götürmek üzere Pertistana yollamış…

O gün hazine odasını kontrol etmek için içeri giren Abazius, altın ve mücevherlerin daha da azaldığını görünce âdeta deliye dönmüş…
Nöbetçiyi sorguya çektiğinde ise, kraliçe Ambernaz’ın hazine odasına aylardır hiç gelmediği cevâbını almış…
Fakat içine kurt düşen kral, bundan sonra hazine odasını daha sık kontrol etmeye karar vermiş…

Ve bundan bir hafta sonra, yine Okşanur ve asker oynaş halindeyken, Ambernaz da onları gizlice uzaktan gözetlerken kral Abazius hazine odasına inmiş. Askeri kapıda göremeyince hiddetten deliye dönmüş ve yan odadan gelen sesleri duyup kapıyı açtığında ise nöbetçi asker ve kraliçenin hizmetçisi Okşanur’u yarı çıplak halde görünce kılıcını çekip oracıkta askerin göğsüne saplamış. Seviştiği adamın gözünün önünde can verdiğini gören Okşanur çığlığı basmış ama, kızgınlıktan deliye dönmüş olan kral onu saçından yakaladığı gibi kraliçeyle yüzleştirmek üzere sürüklemeye başlamış. Bu arada bunları uzaktan seyreden Ambernaz hızlıca odasına doğru koşmuş ve dadısının elinden kaptığı bebeğini emzirmeye koyulmuş…
Kapı hışımla açılmış!..
Kocasının saçından tutup odanın ortasına fırlattığı yarı çıplak ablasına hem acıyarak, hem de suçluluk duygusuyla bakmış kraliçe…
-Söyle!.. bu işte senin parmağın var mı? Yoksa işkenceyle konuşturacağım bu orospuyu!..
Zâten ablasının perişan olduğunu görüp daha fazla acı çekmesine râzı olmadığı için:
-Tamam, otur ve biraz sakinleş herşeyi itiraf edeceğim sana, deyip bebeğini beşiğine yatırmış…
Ablasıyla bebeğin dadısına odadan çıkmalarını söyledikten sonra hâlâ hiddet içinde, nefes aldıkça göğsü inip çıkan eşine bir süre bakmış ve, başından sonuna herşeyi anlatmış… Pert kralının kızı olduğunu, o üç hizmetçinin de aslında öz ablası olduğunu, her hafta hazine odasından altın ve mücevher alıp babasına yolladığını, çünkü Pert halkının çok yoksul ve babasının bu yüzden çok kederli olduğunu, ablalarını da o askeri oyalamak ve hazine odasına girebilmek için kullandığını tek, tek anlatmış…
Kral bunları dinlerken, birbuçuk yıldır sürekli aldatıldığı ve soyulduğu hâlde hiç şüphelenmemiş ve önlem almamış olduğu için, kendini tam bir aptal gibi hissetmiş. Bir an oracıkta Ambernaz’ı öldürmeyi düşündüyse de, bunu yapamayacak kadar onu sevdiğini hissetmiş ve ileride oğluna, annesinin canını kendi elleriyle aldığını anlatmanın ne kadar zor olacağını düşünmüş. Ama bir plan yapması ve bu durumu telâfi etmesi gerektiğini de çok iyi biliyormuş…
Odadan çıkmak üzere ayağa kalkmış ve kapıyı açtıktan sonra Ambernaz’a dönüp:
-Ablalarına söyle yarın sabah sarayı terketsinler, ülkelerine geri dönsünler, demiş…
Zaten ablalarının sarayda kalmalarının onlar için hiç de güvenli olmadığını bilen Ambernaz, kralın bu emrini memnuniyetle karşılamış…
Kral o gece bir plan yapıp intikam için avcı köşküne gitmek üzere saraydan ayrılmış. Kocasının muhafızlarıyla birlikte sarayın avlusunda at binip ayrıldıklarını gören Ambernaz koşar adım ablalarının odasına gitmiş. Yaslagül’ü de hâlâ hıçkırıklar içindeki Okşanur’un saçını okşayıp yatıştırmaya çalışırken görmüş…
-Hazırlanın, sabah sarayı terkediyorsunuz. Abazius canımızı bağışladığı için şanslıyız ama bunun yanımıza kalacağını da hiç sanmıyorum, demiş…
Kendine suçlayıcı gözlerle bakıp hâlâ ağlayan Okşanur’a:
-Ne yaptıysam Pert halkı ve babam için yaptım. Birbuçuk yıldır insanımızın karnı doyuyor, babamın yüzü gülüyor. Ben bu bedeli çoktan göze aldım, sonucu neyse katlanacağım artık. Size daha fazla zarar gelmemesi ise tek tesellim. Haa, bir şey daha var, Pertistan’a dönünce Mıncıknaz’a bu olayı anlatmayın sakın. Yakında doğum yapacak, çocuğunun babasının bu şekilde öldürüldüğünü bilmesi hiç iyi olmaz, üstelik ablasıyla sevişirken. Doğumdan sonra ben bir mektup yazar, durumu izah eder ve gönlünü alırım onun, demiş ve odayı terk etmiş…

Ertesi sabah üç kız kardeş birbirine sarılarak, ağlaşarak ve helâlleşerek vedalaşmışlar… keder ve endişe içinde…
Geceyi köşkünde öfke ve intikam planları içinde geçiren kral Abazeus, sabah gözünü açar açmaz özel ulağını çağırtıp, kendi kurmay heyeti olan sarayın ileri gelenlerinin toplanması için emir vermiş…
Öğlen olduğunda hepsi yuvarlak masanın etrafında toplanmış ve bu önemli gelişmeyi genç krallarının ağzından duymak için dikkat kesilmiş.
Kral Abazeus, kraliçe tarafından nasıl ihânete uğradığını ve soyulduğunu, başından sonuna tek tek anlatmış…
Ve kurmay heyetinin bu konuda ne düşündüğünü bilmek istediğini söylemiş…
Saray yargıcı ve adâletten sorumlu olan yüce Asarius ilk sözü almış:
-Sevgili kralım… Böyle bir ihânet bağışlanamaz, mâzur görülemez… Kraliçe sizin eşiniz ve oğlunuzun anası bile olsa, ilkelerimiz ve adalet uğruna idâm edilmelidir. İbreti-i âlem için halk meydanında boynu vurulmalıdır!..
Bu sözlerin ardından ordunun başı ve askerlerin lideri yüce komutan Keserius lâfı alır:
-Sevgili kralım… Mâdem hazinemiz birbuçuk yıl boyunca soyulup, sefillerin ülkesi Pertistan’a kaçırılmış, o halde biz de orayı ele geçirir, ilk önce hırsızların başı olan kral Zürtettin’in kellesini alır, daha sonra halkını
katleder ve ganimetle ülkemize döneriz. Hem intikamımızı alır, hem de zararımızı telâfi ederiz!..
Bütün bunları sabırla dinleyen 90 yaşındaki bilge yüce Gönülius elindeki asayı sertçe masaya vurur ve:
-Bak evlat (krala evlat diyebilen, ve bu hitâbıyla hoş karşılanan tek adamdır. Çünkü herkesin gözünde âkil ve saygın biridir ulu bilge Gönülius)
Değil babanın, deden ve ülkemizin kurucusu olan yüce Kebabius’un bile iktidârını gördüm. Bu kadın seni bugüne kadar mutlu etmeyi başardı mı?
-Hem de her kadından daha fazla yüce Gönülius, onu tanıdıktan sonra hiçbir câriyeme yanaşmadım. Bir kadında aradığım herşeyi onda buldum. Ayrıca veliaht olarak bana bir oğul bile verdi. Saraydaki herkesin saygısını ve hayranlığını kazandı. Dün onu öldürmek için odasına girdim ama, elim varmadı yüce Gönülius, ona gerçekten aşığım…
-Gönlünün sesini dinlemişsin ve ileride pişman olacağın birşeyin önüne geçmişsin evlâdım. Kadınlar bizden farklı olarak, evlenseler bile geride bıraktıkları ailesini ve halkını tıpkı bir anne şefkâtiyle kollarlar. Kendi çocuklarını besledikleri gibi, onları da beslemeye çalışırlar. Çoğu zaman bunu sağlamak için akıllarını ve dişiliklerini kullanırlar. Zâten ellerinde başka ne var ki?. Ayrıca bizim hazinemizle sefillerin ülkesi Pertistan biraz huzur bulduysa, aç halkının karnı biraz doyduysa ne mutlu bize. Neticede orası da senin karının, ve bizim kraliçemizin ülkesi. Düşünsene, yardıma muhtaç ve yoksul bir baba olsaydın, kızın da zengin bir adamla evlenseydi, onun desteğine minnettar olmaz mıydın? Bırak bu insan kasaplarının lâflarını, kraliçemize sarıl ve ona destek ol, kadınına ve oğlunun anasına sahip çık…

Bilge Gönülius’un bu lâflarından çok etkilenen Abazius, toplantıyı terkettiği gibi atına atlamış ve süratle sarayın yolunu tutmuş. Atını o kadar hızlı sürüyormuş ki, muhafız süvarisi ona yetişememiş bile…
Saraya vardığında koşar adım merdivenleri çıkıp kraliçenin odasını açmış…
Bebeğiyle uyur vaziyette yatan Ambernaz içeri giren kocasını görünce uyku mahmurluğu içinde gülümsemiş ve elini uzatmış, Karısının elini tutup yüzüne doğru eğilen genç kral onun kulağına usulca şunu fısıldamış :
-Seni seviyorum kraliçem…
Ambernaz ise kocasına doğru hafifçe dönmüş ve dudağına bir öpücük kondurarak,
-Doğru olanı yapacağını biliyordum kralım… demiş…
… SON …

Emprovize (Serbest Çalış) Neden Bu Kadar Değerlidir?..

gul-piyano

1- Sâzende’ye, melodik, armonik veya ritmik herhangi bir kısıtlama koymaksızın, kendini en özgür biçimde ifâde etme, ayrıca elindeki enstrumanı en geniş imkânlarla kullanma şansı verir…
2- Sâzende’ye bir kompozisyon çizme şansı verir…
3- Bunu yaparken sâzendenin kendi kuracağı konsept içinde, müzikal donanımını, tekniğini, hayal gücünü ve nereye kadar değişikliğe veya sürprize yatkın olduğunu sergileme şansı verir…
4- Beste dediğimiz şeyin, ilk ortaya çıktığı anda bir ’emprovize’ olduğunu kabul etmek zorundayız. Serbest çaldığımızda bile, o ezginin bir melodik ve ritmik açıklamasının olduğu ortadadır. Beste sadece, iz bırakan ve tekrar edilme arzusu doğuran emprovizenin, ölçü içine sokulmuş halidir. Yâni bestecinin bestecilik gücü, aslında onun emprovize gücüdür…
5- Emprovize arzusu, var olanla yetinmeyip ve hâttâ itiraz edip, daha iyisini arama arzusundan doğan devrimci ve protest bir tavırdır.
6- Emprovize erbâbı, gözünü hiç keşfedilmemiş başka denizlere ve anakaralara dikmiş bir kâşif gibi, o anki iç dünyasının onu sürükleyeceği fırtınalara teslim eder kendini, bu anlamıyla teslimiyetçidir de…
7- Ritmik eserlerin duygusal yapısı çoğunlukla bellidir.
Ya romantik, ya coşkuludur. Ancak emprovize içinde duygusal değişiklik daha sık çıkar ortaya. Hâttâ bu onun olmazsa olmazıdır. Dram içinde kudret, hüzün içinde umut, ve nereye varacağını çalanın bile bilmediği, bu serüvenin bir sonraki adımını merak?..
8- Emprovize yapan kişi çizdiği kompozisyonun duygusunu veya bütünlüğünü bozmamak ve saçmalamamak adına da, anlamlı olmak zorundadır. Bu da ona farkındalık gücü, ciddiyet ve disiplin sağlar….

Türk halk müziği üzerine düşünceler

baglama2Truva filminin sonunda, Aşil ölüp de cenazesi yakılırken, o Truva Atı’nı bulan komutanın şöyle bir tiradı vardı: ‘ Öyküm anlatılacak olursa… Devlerle yürüdüğümü söylesinler. İnsanlar kış buğdayı gibi büyür ve devrilir… Ama bu isimler asla ölmeyecek. Hector’un çağında yaşadığımı söylesinler… Kahramanları ehilleştiren adamın, Aşil ‘in çağında yaşadığımı söylesinler …’
Bir müzisyen olarak tanıklık ettiğim, eserleri veya icra yetenekleri ile beslendiğim, geçmişte yaşamış veya çağdaşım olan, farklı müzik türlerine mensup bir çok dahi müzisyen var, liste çok uzun. Ancak yakinen tanıklık ettiğim, hocalığından, eserlerinden veya icrasından feyz aldığım, bugün bir duayen ve kaynak kişi olarak kabul edilen müzisyenlerin çoğu ne yazık ki artık aramızda yok.
Ruhları şad olsun.

Folklor, bilinçsiz olarak iş gören doğa üstü güçler tarafından vücuda getirilmiş değişikliklerin eseridir. Bela Bartok (Macar besteci, şef ve folklor araştırmacısı)

Halk müziğimizde ozanlık geleneği esastır. Hem halk müziğinin sevilmesinde, hem de kurumsallaşmasında en önemli unsur kendi eserlerini çalan ve söyleyen ozanlarımızdır. Mevcut halk müziği repertuarımızın büyük bölümü ve en çok sevilen eserleri yine onlara aittir. Makamsal müziğin neredeyse tek adresi olan ülkemiz, başka hiç bir kültüre nasip olmayan makam, usul, form ve tavır zenginliğini bu kadim geleneğin eşsiz temsilcileri olan ozanlarımıza borçludur.
Münir Nurettin Selçuk vefat ettiğinde (1981) Türk müziği geleneğinin de kendisiyle sona erdiğini düşünenler olmuş. Nitekim uzun yıllardır yeni ve güzel bir Türk müziği şarkısı dinleyemiyorum. Halbuki çocukluğum ve gençliğim boyunca yüzlerce harika şarkının doğuşuna tanık oldum. Acaba Neşet Ertaş’ın gidişi ile birlikte, bizim ozanlık geleneğinin de artık eski kudretinde olamayacağını düşünmek, karamsarlık mı sayılır? Benim gibi düşünenlerin az olmadığını biliyorum. Zira Neşet Usta gibi yöre müziğini eserleriyle devleştiren ve icrada da eşsiz olan pek çok ozanı yakın zamanlarda kaybettik.
Sizce Sivas’tan bir Aşık Veysel, Denizli’den bir Özay Gönlüm, Erzincan’dan bir Ali Ekber Çiçek, Kütahya’dan bir Hisarlı Ahmet, Yozgat’tan bir Nida Tüfekçi daha çıkar mı? Kırşehir bir Çekiç Ali, bir Muharrem Ertaş veya Neşet Ertaş daha yetiştirebilir mi?
Kaynak kişilerin yavaş yavaş tükenmesi, köy yaşantısının şehre kayması, teknoloji, aşırı nüfus artışı ve bunların yarattığı nesnel ve psikolojik tahribat, ne yazık ki müzik algısının da değişmesine, temsilde otantik özelliklerin zayıflamasına ve üretimi durma noktasına getirmiştir son yıllarda. Benim elli yıllık ömrüm bile müziğimiz ve dilimiz başta olmak üzere, bir çok değerimizin eriyip gittiğini görmeye yetmiştir.
Sebepleri muhtelif, fakat sonuç maalesef bu. Müziğe yeni başlayan bir genç olsaydım, bu günkü icra ile halk müziğini veya Türk sanat müziğini bu kadar sever miydim; pek emin değilim.
Tek tesellim elimizdeki hazine değerindeki repertuarın yanı sıra bağlamaya olan ilginin artması ve çok iyi sazendelerin yetişmesi. Ülkemizde her yıl ‘bir milyon’ bağlama üretildiği söylenmekte. Nüfusu bir milyon olmayan ülkelerin olduğunu düşünürsek, bunun yarısı bile müthiş bir potansiyel değil mi?
Bağlamaya yeni başladığım yıllarda(1979), bağlama daha ziyade bir tavır sazı olarak görülürdü. Parmak fonksiyonlarından daha ziyade mızrap fonksiyonlarını geliştirmek için uğraşırdık. Bağlamalarımızın göğsü bile bu günkü gibi düz değil, bombeli idi. Mızrap olarak da kiraz kabuğu kullanılırdı tabii. Fakat bağlamanın daha fazlasına olanak tanıdığını özellikle Orhan Gencebay ve Arif Sağ gibi üstün yetenekli icracılar, kendinden sonraki nesilleri bile derinden etkileyerek ispatlamışlardır. Yakından tanıma ve feyz alma şansı bulduğum iki hocamın da makamsal müziği çok iyi bildiklerine, bağlamayı çok iyi tanıdıklarına ve sınırları zorlayarak bu tekniğe ve yaratıcılığa ulaştıklarına bizzat tanık oldum. Bunlar yeteneğin de ötesinde, ancak büyük bir tutku ve disiplin ile olabilecek şeyler. Günümüzde ise bütün teknolojik imkanlara ve bilgiye ulaşma kolaylığına rağmen, bu tutkunun da azaldığını üzülerek görmekteyim. Eski müzik adamlarının bu uğurda çektikleri çile ve verdikleri mücadele, örnek ve ibret alma adına incelemeye değer. Bach’ın bir org üstadını dinleyebilmek için kırk kilometre yol yürüdüğünü ve mum ışığında kör olana kadar nota yazdığını okuyunca, sahip olduğum konfordan utanmıştım. Ozanlarımızın da çoğu yokluk içinde yaşadı ve öldü. Acaba mahrumiyet tutkuyu ve yaratıcılığı besleyen, konfor ise yok eden şeyler mi?
Bir diğer husus, özellikle saz erbabı olan kişiler, geçmişte bu işe çok daha fazla mesai harcardı. Günde sekiz-on saat bağlama çalışmak benim gibi bir çok müzisyen arkadaşımın günlük rutini idi. Şimdi sorduğumda ise, çalışıyorum diyen genç arkadaşlarım bile iki-üç saat çalıştığını söylüyor.
Acaba giderek keşmekeş hale gelen yaşantılarımız ve ekran karşısı alışkanlıklarımız, çalışmak için gerekli olan zaman ve enerjiyi elimizden almaya mı başladı? Zira bir gün, o yıllarda da 24 saat idi. Amacım geçmiş’e methiyeler düzüp günümüzü küçümsemek değil elbet. Ancak tanık olduğum irtifa kaybını da hiç hissetmemiş gibi yapamam. Kaldı ki benden otuz-kırk sene önceki durumu çok iyi bilen musikişinaslar hala mevcut. Onların bu güdükleşmeyi benden çok daha iyi hissettiklerine her fırsatta şahit oluyorum. Hem üretimin durması, hem tutkumuzun azalması hem de temsildeki nitelik kaybı, en az diğer ülke sorunları kadar beni yaralayan hususlar. Dilerim terör, türban, darbe gibi husumet konularından sıra gelir de, kültür ve sanat ile ilgili bu hayati sorunları hatırlarız bir gün.

Müzik…

Günlük konuşmalarımız içinde yer alan boş sohbetleri, geyikleri, dedikoduları, maç yorumları veya hiç bir sonuca varmayan siyasi tartışmaları düşünüyorum da,’ müzik’ neredeyse tamamen ‘gündem dışı’.
Müzik ile ilgili konuşmalar bile, daha ziyade ‘sözde’ o işi temsil eden kişilerin magazinel haberleri veya dedikodularından ibaret.
Halbuki, eğer bir olgu, ‘muhabbet konusu’ olmayı hak edecek ise, bu önce ‘müzik’ olmalı. Çünkü dünyanın neresinde doğarsak doğalım, insanı en çok etkileyen ve her gün yaşantısında yer alan, ve doğumdan ölüme bize eşlik eden ‘müzik’tir. Neticede dünya bizi bir ninni ile ağırlıyor, bir sela veya bir ağıt ile uğurluyor.
Müzik hem cazibesi, hem de tedavi edici ve insan ruhuna dinginlik bahşeden etkisi ile, sadece sanat dalları arasında değil, diğer tüm olgular arasında insanlığın ‘vazgeçilmezi’ olmayı başarabilmiş ‘yegane’ olgudur.
Bir ana sanat olarak da, diğer bütün sanat dallarını besleyen yine ‘müzik’tir. O’nsuz dans, sinema veya tiyatro düşünülemeyeceği gibi, edebiyatı da besleyen yine ‘müzik’tir. Bir şiir bile, o’na uygun bir ‘müzik’ ile daha anlamlı hale gelebiliyor.
Kelam’ın en güzel ve en etkili hali, ancak bir ‘şarkı’ olduğunda ortaya çıkabiliyor ve kitlelere ulaşabiliyor. Eğer Münir Nurettin Selçuk, ‘Dönülmez Akşamın Ufkundayım’ı bestelememiş olsaydı, Yahya Kemal’in bu ‘gizemli’ şiirini ‘kaç kişi’ bilecekti, ve o şiir nasıl bu kadar ‘etkili’ olacaktı.
Bütün sanat dalları arasında, kuramsal olarak en zengin, literatür’ü ve repertuarı en geniş olan ‘müzik’tir. Doğal olarak, eğitimi en uzun süren ve en meşakkatli olan yine ‘müzik’tir. Bütün sanat dalları arasında, tür, çeşitlilik ve branş açısından en zengin olanı ‘müzik’tir.
Ayrıca diğer bütün sanat dalları, araç-gereç veya gerekli ortamı mecbur kılarken, müziğin böyle bir derdi yoktur. Yürürken, araba kullanırken, mutfakta salata yaparken, her ortamda bir şarkı söyleyebilir, veya ıslık çalabilirsiniz, yüreğinizi götürdüğünüz her yere, onu da götürebilirsiniz.
En etkili motivasyon yolu ‘müzik’tir. Bütün dinler, müziğin etkisini ve gücünü kullanmış, onu mabetlerine ve ritüellerine taşımışlardır.

askeri-bando

Askerler, ordular bile onun cesaretlendirici etkisini tarih boyunca kullanmışlardır. Kitleler kendilerini ifade ederken bazen bir marş, bazen bir maç tezahüratı, bazen bir doğum günü şarkısı olarak yine ‘müziği’ kullanmışlardır.
Firmalar ürünlerini ‘müzik’ ile tanıtmaktadır, siyasi partiler propagandalarını ‘müzik’ ile yapmaktadır.

flamenko

Kültürlerin veya ulusların kendi kimliklerini ortaya koyması yolunda, en ‘etkili’, en ‘hünerli’ ve en ‘gurur duyulacak’ olanı yine ‘müzik’tir. Mesela ben İspanyol kültürünü ‘Flamenko’ ile anmak isterim,’Boğa Güreşi’ ile değil.
İnsan beyninin ne kadar fonksiyonel olduğunu ‘en iyi’ anlayabileceğimiz alan müziktir. Bilim değil! Bir senfoni dinlediğimizde, birbirinden bağımsız hareket eden yaylı, bakır nefesli, tahta nefesli, piano, vurmalılar ve daha bir çok ‘unsur’u da birlikte dinliyoruz. (Sadece ‘yaylı’ dediğimizde bile,beş farklı unsurdan bahsediyoruz.)
İnsan Ruhu’nun ne kadar zengin ve ufku’nun uçsuz bucaksız olduğunu yine ‘müzik’ gösterir bize.
‘Deha’ denilen yaratıcı güç, ‘hayran edici marifetini’ en ‘mucizevi’ şekilde ‘müzik’ yoluyla gösterir bize.
İnsanın kendini ‘sanat’ ile ifade etmesi yolunda, o’na en geniş, en uçsuz bucaksız dünyayı sunan yine
‘müzik’tir.

Müzik Allah’ın lisanıdır…. Hz.Mevlana   (Biz deseydik ‘kafir’ ilan edilirdik!)

Tabii ki ‘müziği en iyi, yine ‘o’nun kendisi anlatır’, kelimeler değil.
Ancak, ömür boyu birlikte olduğumuz ve beslendiğimiz bu yüce mefhum, acaba sohbet konularımızın hiç olmazsa, ‘birazına’ dahil olmayı hak etmiyor mu?
Birileri’nin yüzündeki botoks, baldırındaki selülit kadar konuşsaydık bari!

İki Meslek…

Dünyanın her yerinde en çok saygı gören meslek erbapları, öğretmenler ve doktorlardır. Çünkü her ikisi de yüksek donanım, sabır ve empati gerektirir, ayrıca her ikisi de, insan hayatını olumlu veya olumsuz yönde değiştirebilen bir güce sahiptir.
Doktorlar bir durumda oldukça talihsiz görünüyor, çünkü yanlış veya eksik tedavi uygulayıp bir hastanın ölümüne, sakat kalmasına veya geç iyileşmesine sebep olduklarında; suçlu olarak tek başlarına bu durumla yüzleşmek zorundadırlar. Ancak biz, yanlış veya eksik eğitim uygulandığında, ve bunun ölümcül derecede kötü sonuçlarını gördüğümüzde, hem okuldaki eğitim süreci çok uzun sürdüğü için, hem de pek çok öğretmenin bu işte katkısı olduğu için, ayrıca müfredatı ve diğer eğitim koşullarını da bu öğretmenler belirlemediği için;suçlu olarak tek bir öğretmeni yargılayamayız.
Öte yandan, bir doktora göre öğretmenin işi çok daha zordur. Çünkü bir doktor tedavi ettiği hastaya tıp bilimini sevdirmek zorunda değildir, ancak bir öğretmen öğrencinin ilgisini çekmek ve ilerleme sağlamak için, o dersi sevdirmek zorundadır. Bunu yaparken de, bilgisini, tecrübesini, yeteneklerini, hitabet gücünü, saygınlığını, otoritesini, sempatisini, mimiklerini, vücut dilini, teatral becerisini ve sahip olduğu bütün değerleri ortaya koyar. Ve aynı zamanda, kontrol etmesi, dizginlemesi gereken, çok farklı sosyal yapılardan gelmiş, azgın bir kitle vardır karşısında. Katlanmak zorunda olduğu gürültü bile, başlı başına büyük bir sorundur. Ve ‘örnek insan’ misyonunu taşıdığı için, giyiminden konuşmasına kadar dikkatli olmak zorunda hisseder kendini, kafayı çekip dağıtamaz mesela.

Fakat öğretmenleri veya hekimleri halk nezdinde bu kadar saygın kılan, katlanmak zorunda oldukları şeyler, veya mesleki riskler değildir sadece.
Annem, Ankara İbni Sina Hastanesinde lösemi tedavisi görürken, yanında refakatçi olarak kalıyordum.
Hava almak için hastane bahçesine her çıktığımda, İbni Sina’nın heykelinin dibine oturur, heykeline iliştirilmiş, ona ait şu yazıyı, adeta her defasında yeni görmüş gibi heyecanla okur, ve hikmetini düşünmeye dalardım.

ibni-sina

‘Hekim’in özverisi hasta’ya şifa verir’

Kütüphaneler dolusu kitap yazılsa, acaba içindeki hümanizmi, merhameti ve adanmışlığı anlatmaya yeter mi?
Fark ettiğiniz gibi, hekimin bilgisi veya tecrübesi demiyor alim. Özveri,hekimin hastayı iyileştirme arzusu. Yani tıbbi müdahalenin ötesinde, hekimden hastaya geçen bir ‘ruhsal destek’,’saf’ bir ‘niyet’.
Hocalık ile hekimlik arasındaki yüce bağ, aslında aynı yüce amaca hizmet etmenin erdemini de içinde taşıyor; ‘Yaşatmak’!
Acaba İbni Sina, ‘Hoca’nın özverisi, talebe’ye ışık, bilgelik verir’ demiş olsaydı, çok mu yadırgardık? Ne yazarsam yazayım bu ışığı yansıtamam, ‘sevgi’ ile damıtılmış o beş kelime kadar içinizi ısıtamam.

Bazı meslekler vardır, o işi teknik olarak yapabilme becerisinin veya zihin kapasitesinin ötesinde, o mesleğe ruhsal olarak da ‘yatkınlık’ gerektirir. Hocalık ve hekimlik gibi.
Evimize gelen bir tesisatçının bile, o işe yatkın olmaması sorun yaratır, ancak bu sorun bir gün sürer, ertesi gün başka bir tesisatçı çağırır ve sorunu çözeriz. Peki ya çocuğunuzu beş yıl emanet ettiğiniz ilkokul öğretmeninin, öğretmenliğe ‘yatkın’ olmaması,veya annenizin kanser tedavisini üstlenmiş olan doktorun, o işe ‘yatkın’ olmaması?

Leonardo_davinci

Leonardo Da Vinci.
Resim ve heykel adına ortaya koyduğu pek çok sanatsal şaheserin, ve bilim adına ortaya koyduğu pek çok icadın yanı sıra, Anatominin de babası sayılan bu mucizevi adam,15.yy Engizisyon yasalarını hiçe sayarak, geceleri mezarlıktan ölü çalıp üzerinde çalışarak, ve sabah olmadan tekrar gömerek; dalağımızın, böbreğimizin fonksiyonlarını öğrenmeye ve bize öğretmeye çalışmış.
Bir detayı atladım, Engizisyon yasalarına göre mezarlıktan ölü çalmanın cezası da, Ölüm!
Burada bütün insanlığa sunulmuş bir ‘özveri’ yok mu?
Kendinden asırlar sonra yaşayacak ve asla tanımayacağı insanlar için hayatını riske atan, bizi sanatıyla da onurlandırmış ve beslemiş yüce bir ruh değil mi Leonardo Usta, o’na minnet borcumuz yok mu?
Peki sanatta ve bilimde zaten zirveye oturmuş, bir büyük usta olarak herkesten daha çok sevilen ve sayılan, ayrıca bu işten hiç bir gelir beklentisi olmayan ve muhtemelen ihtiyacı da olmayan bu adam, idam edilmeyi göze alıp neden böyle bir tehlikenin içine atmış kendini?
Merak!..
Bilinmeyeni bilme arzusu, bulup ortaya çıkarma dürtüsü, ve ancak öğrendiğinde insanın kendini ‘tam’ hissedebilme duygusu.
Bilimde, felsefede veya sanattaki gelişme; bu ‘merak’ duygusunun giderilmesi üzerine inşa olunmuş. Ve bunları en çok ‘merak’ edenler ise, bu işlere en yatkın, en özverili, en kendini adamış, en risk’i göze alabilen ve en yetenekli insanlar olmuş hep.
Ayrıca bu meslekleri icra eden kişiler, öldükten sonra da öğretileri ve etkileri sürdüğü için, hocalık; ‘zamansız ve mekansız’ bir mertebe haline gelmiş doğal olarak.

Neşet Ertaş’ı yeni ‘kaybettik’, bize öğrettiği, ve nesillerimize öğreteceği ölümsüz Türküler’i ‘kazanarak’.

Hocalık,  sadece öğrenciyi dizinin dibine oturtup, feyz verme işi değildir. Sanat adına ortaya koydukları şaheserler ile, çalışmamız gereken dersi bize asırlar önce hazırlamış  hocalarımız da var.
Bu gün dünyanın dört bir yanında kurulmuş olan konservatuarları düşünün. Bu kurumlar ve orkestralar, Klasik Batı Müziğinde deha olarak da andığımız Beethoven, Mozart, Bach gibi adamların yüzü suyu hürmetine kurulmuştur. Ayrıca konservatuarlarda eğitim gören çocuklar bu adamların eserleri ile solfej yaparak, etüt çalışarak kendilerini geliştirip ustalaştıktan sonra, yine bu adamların eserlerini icra ederek ekmek paralarını kazanmaktadırlar.
Yani bu üstatlar, öldükten sonra, aradan geçen asırlar boyunca, hocalıklarına devam etmişler, ve muhtemelen insanlık var oldukça da devam edecekler.
Çünkü onlar, zekayı ve estetiği ruhumuza adeta damardan zerk ederek, literatürü belirleyip yol haritamızı da önümüze sererek, bizimle ve bizden çok sonraki nesillerle aralarında hiç kopmayacak ‘sahici’  bir bağ kurabilmiş ‘dahi’ hocalarımızdır. Bu ‘en üst’ düzeyde hocalık; ‘zamansız ve mekansız’ bir hünerdir.

İnsanla, doğayla, evrenle, tıpla, sanatla ve felsefeyle ilgili her konu, aynı zamanda birer ilim ve eğitim konusu olduğundan, ‘hoca’lık ve ‘hekim’lik, üreterek, öğreterek ve yaşatarak insanlığın ‘en saygın’ kurumları haline gelmiştir.
Branşı ne olursa olsun, biz hocalara hürmet ederken, sadece bu profesyonel bir meslek olduğu için değil; geçmişten bugüne temsil ettiği bütün o değerlere ve o tekamül sürecine hürmet ediyoruz.
İbni Sina’nın özverisine, Leonardo Ustanın bizim için ölümü hiçe saymasına, Neşet Ertaş, Beethoven, Motzart, Bach gibi adamların dehalarına hürmet ediyoruz.
Ve bu hürmet, bir devlet adamına veya bir general’e duyduğumuz ,içi korku ve yalakalıkla dolu bir hürmet değil, ‘muhabbet’le, minnet’le ve hayranlık’la.

Oyun deyip geçmeyin…

oyun

Oyun sadece bir eğlence veya zaman öldürme aracı değildir.
Özellikle çocuklara hareket etme şansı ve alanı veren, bunu yaparken de yeni disiplinleri, yeni teknikleri ve yeni terimleri öğrenebileceği, yeni arkadaşlar edinip sosyalleşebileceği en önemli olgudur oyun.
Oyun, öğrenmenin yolunu açtığı gibi, o oyunda ‘nasıl daha iyi olurum’un arayışında olan çocuğa, gelişmenin, tekamül etmenin de şifrelerini vermeye, başka konularda da ‘nasıl daha iyi olurum’un yollarını öğretmeye başlar, zihin fonksiyonlarını geliştirir. (Oyundan kastım bilgisayar oyunları değil elbet)
Ayrıca oyun, hala bir çok yetişkinin bile, ölene dek sürdürdüğü, vazgeçilmez bir aktivitedir.
Çocukluğumla başlayan oyun aşkım, bütün sokak ve iskambil oyunlarını öğrendikten sonra, bilardo ve satranç ile zirveye çıktı. Satranç milli takımı oyuncularından Feridun Öney konservatuardaki en yakın arkadaşlarımdan biri olunca Taksim’deki Satranç Kulübüne gidip gelmeye, turnuvaları izlemeye ve satranç literatürünü, kitap ve dergilerden takip etmeye başlamıştım.
Geceleri evde bağlama çalışmam, komşuları rahatsız etmemek için ‘mecburen’ bitince, satranç ustalarının oyunlarını, kitaplardan, tek başıma analiz etmeye çalışırdım. Hatta, rahmetli anneannem sabah namazı için kalkıp da, benim hala uyumadığımı görünce ‘bırak artık şu Satrangaç’ı deyip, beni okuldan önce bir kaç saat uyuyabilmem için uyarırdı.
Merhum Aziz Nesin, yıllar önce, küçük oğlunu da alıp Moskova’yı ziyaret ettiğinde, bir parkta insanları,o parka ait sabit masalarda satranç oynarken izlemiş, ve ‘Niye benim ülkemde insanlar kahvede tavla veya pişti oynamak yerine, böyle açık havada, zeka geliştiren bir sporla uğraşmıyorlar’ diye hayli üzülmüş. Üstad iyi biliyordu ki, Rusların bizden daha iyi yaptığı tek şey,’satranç oynamak’ değildi.
Ayrıca, bir-iki şampiyon dışında bütün satranç şampiyonlarının, Rusya’dan çıkması da ‘bir tesadüf’ değildi.
Konservatuardaki müzik tahsilimin, bilardo ve satranç ile birleştiği o yıllar, benim en üretken ve aktif yıllarımdı. Şimdi dönüp baktığımda, 24 saat bütün bunlara nasıl yetmiş hayret ediyorum. Sanki oyun, sanıldığı gibi bir zaman israfı olması bir yana,’zamanı’ göreceli olarak daha verimli ve bereketli kılan, yaptığım her işi daha eğlenceli ve yaratıcı kılan bir ‘artı güç’ olmuştu benim için.
Bir insanın en ideal halinin, onun en ‘mutlu’ hali olduğunu kabul edersek; bir çocuğun en mutlu hali, onun ‘oyun hali’dir. Bazen tek başlarına oynarken bile, kendilerini nasıl kaptırdıklarını, nasıl derin bir konsantrasyon içine girdikleri, hepimizin dikkatini çekmiştir.
Okullarımızın öğrenciler için böyle sevimsiz bir mekana dönüşmesinde, bu ihtiyaca cevap veremeyişinin rolü büyüktür. Çünkü okul, ancak çocuğun oyun oynama ve deşarj olma ihtiyacını karşıladığında,onlar için ‘cazip’ bir yer olabilir.
Belki de vermek istediğinden ‘çok daha’ fazlasını bu yolla verir, kim bilir?