Türk halk müziği üzerine düşünceler

baglama2Truva filminin sonunda, Aşil ölüp de cenazesi yakılırken, o Truva Atı’nı bulan komutanın şöyle bir tiradı vardı: ‘ Öyküm anlatılacak olursa… Devlerle yürüdüğümü söylesinler. İnsanlar kış buğdayı gibi büyür ve devrilir… Ama bu isimler asla ölmeyecek. Hector’un çağında yaşadığımı söylesinler… Kahramanları ehilleştiren adamın, Aşil ‘in çağında yaşadığımı söylesinler …’
Bir müzisyen olarak tanıklık ettiğim, eserleri veya icra yetenekleri ile beslendiğim, geçmişte yaşamış veya çağdaşım olan, farklı müzik türlerine mensup bir çok dahi müzisyen var, liste çok uzun. Ancak yakinen tanıklık ettiğim, hocalığından, eserlerinden veya icrasından feyz aldığım, bugün bir duayen ve kaynak kişi olarak kabul edilen müzisyenlerin çoğu ne yazık ki artık aramızda yok.
Ruhları şad olsun.

Folklor, bilinçsiz olarak iş gören doğa üstü güçler tarafından vücuda getirilmiş değişikliklerin eseridir. Bela Bartok (Macar besteci, şef ve folklor araştırmacısı)

Halk müziğimizde ozanlık geleneği esastır. Hem halk müziğinin sevilmesinde, hem de kurumsallaşmasında en önemli unsur kendi eserlerini çalan ve söyleyen ozanlarımızdır. Mevcut halk müziği repertuarımızın büyük bölümü ve en çok sevilen eserleri yine onlara aittir. Makamsal müziğin neredeyse tek adresi olan ülkemiz, başka hiç bir kültüre nasip olmayan makam, usul, form ve tavır zenginliğini bu kadim geleneğin eşsiz temsilcileri olan ozanlarımıza borçludur.
Münir Nurettin Selçuk vefat ettiğinde (1981) Türk müziği geleneğinin de kendisiyle sona erdiğini düşünenler olmuş. Nitekim uzun yıllardır yeni ve güzel bir Türk müziği şarkısı dinleyemiyorum. Halbuki çocukluğum ve gençliğim boyunca yüzlerce harika şarkının doğuşuna tanık oldum. Acaba Neşet Ertaş’ın gidişi ile birlikte, bizim ozanlık geleneğinin de artık eski kudretinde olamayacağını düşünmek, karamsarlık mı sayılır? Benim gibi düşünenlerin az olmadığını biliyorum. Zira Neşet Usta gibi yöre müziğini eserleriyle devleştiren ve icrada da eşsiz olan pek çok ozanı yakın zamanlarda kaybettik.
Sizce Sivas’tan bir Aşık Veysel, Denizli’den bir Özay Gönlüm, Erzincan’dan bir Ali Ekber Çiçek, Kütahya’dan bir Hisarlı Ahmet, Yozgat’tan bir Nida Tüfekçi daha çıkar mı? Kırşehir bir Çekiç Ali, bir Muharrem Ertaş veya Neşet Ertaş daha yetiştirebilir mi?
Kaynak kişilerin yavaş yavaş tükenmesi, köy yaşantısının şehre kayması, teknoloji, aşırı nüfus artışı ve bunların yarattığı nesnel ve psikolojik tahribat, ne yazık ki müzik algısının da değişmesine, temsilde otantik özelliklerin zayıflamasına ve üretimi durma noktasına getirmiştir son yıllarda. Benim elli yıllık ömrüm bile müziğimiz ve dilimiz başta olmak üzere, bir çok değerimizin eriyip gittiğini görmeye yetmiştir.
Sebepleri muhtelif, fakat sonuç maalesef bu. Müziğe yeni başlayan bir genç olsaydım, bu günkü icra ile halk müziğini veya Türk sanat müziğini bu kadar sever miydim; pek emin değilim.
Tek tesellim elimizdeki hazine değerindeki repertuarın yanı sıra bağlamaya olan ilginin artması ve çok iyi sazendelerin yetişmesi. Ülkemizde her yıl ‘bir milyon’ bağlama üretildiği söylenmekte. Nüfusu bir milyon olmayan ülkelerin olduğunu düşünürsek, bunun yarısı bile müthiş bir potansiyel değil mi?
Bağlamaya yeni başladığım yıllarda(1979), bağlama daha ziyade bir tavır sazı olarak görülürdü. Parmak fonksiyonlarından daha ziyade mızrap fonksiyonlarını geliştirmek için uğraşırdık. Bağlamalarımızın göğsü bile bu günkü gibi düz değil, bombeli idi. Mızrap olarak da kiraz kabuğu kullanılırdı tabii. Fakat bağlamanın daha fazlasına olanak tanıdığını özellikle Orhan Gencebay ve Arif Sağ gibi üstün yetenekli icracılar, kendinden sonraki nesilleri bile derinden etkileyerek ispatlamışlardır. Yakından tanıma ve feyz alma şansı bulduğum iki hocamın da makamsal müziği çok iyi bildiklerine, bağlamayı çok iyi tanıdıklarına ve sınırları zorlayarak bu tekniğe ve yaratıcılığa ulaştıklarına bizzat tanık oldum. Bunlar yeteneğin de ötesinde, ancak büyük bir tutku ve disiplin ile olabilecek şeyler. Günümüzde ise bütün teknolojik imkanlara ve bilgiye ulaşma kolaylığına rağmen, bu tutkunun da azaldığını üzülerek görmekteyim. Eski müzik adamlarının bu uğurda çektikleri çile ve verdikleri mücadele, örnek ve ibret alma adına incelemeye değer. Bach’ın bir org üstadını dinleyebilmek için kırk kilometre yol yürüdüğünü ve mum ışığında kör olana kadar nota yazdığını okuyunca, sahip olduğum konfordan utanmıştım. Ozanlarımızın da çoğu yokluk içinde yaşadı ve öldü. Acaba mahrumiyet tutkuyu ve yaratıcılığı besleyen, konfor ise yok eden şeyler mi?
Bir diğer husus, özellikle saz erbabı olan kişiler, geçmişte bu işe çok daha fazla mesai harcardı. Günde sekiz-on saat bağlama çalışmak benim gibi bir çok müzisyen arkadaşımın günlük rutini idi. Şimdi sorduğumda ise, çalışıyorum diyen genç arkadaşlarım bile iki-üç saat çalıştığını söylüyor.
Acaba giderek keşmekeş hale gelen yaşantılarımız ve ekran karşısı alışkanlıklarımız, çalışmak için gerekli olan zaman ve enerjiyi elimizden almaya mı başladı? Zira bir gün, o yıllarda da 24 saat idi. Amacım geçmiş’e methiyeler düzüp günümüzü küçümsemek değil elbet. Ancak tanık olduğum irtifa kaybını da hiç hissetmemiş gibi yapamam. Kaldı ki benden otuz-kırk sene önceki durumu çok iyi bilen musikişinaslar hala mevcut. Onların bu güdükleşmeyi benden çok daha iyi hissettiklerine her fırsatta şahit oluyorum. Hem üretimin durması, hem tutkumuzun azalması hem de temsildeki nitelik kaybı, en az diğer ülke sorunları kadar beni yaralayan hususlar. Dilerim terör, türban, darbe gibi husumet konularından sıra gelir de, kültür ve sanat ile ilgili bu hayati sorunları hatırlarız bir gün.

1 Comments

  1. sağlıklı melodi,sağlıklı eser ..ozanlara mahsustur…..parmağını kaynar suya sokan,suyun sıcaklığını bilir anlatırken o,heyecanı yaşar…..işte yanmış örnrk..hem iziksel,hem içten..dile döker…olur gerçek belge…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir