İki Meslek…

Dünyanın her yerinde en çok saygı gören meslek erbapları, öğretmenler ve doktorlardır. Çünkü her ikisi de yüksek donanım, sabır ve empati gerektirir, ayrıca her ikisi de, insan hayatını olumlu veya olumsuz yönde değiştirebilen bir güce sahiptir.
Doktorlar bir durumda oldukça talihsiz görünüyor, çünkü yanlış veya eksik tedavi uygulayıp bir hastanın ölümüne, sakat kalmasına veya geç iyileşmesine sebep olduklarında; suçlu olarak tek başlarına bu durumla yüzleşmek zorundadırlar. Ancak biz, yanlış veya eksik eğitim uygulandığında, ve bunun ölümcül derecede kötü sonuçlarını gördüğümüzde, hem okuldaki eğitim süreci çok uzun sürdüğü için, hem de pek çok öğretmenin bu işte katkısı olduğu için, ayrıca müfredatı ve diğer eğitim koşullarını da bu öğretmenler belirlemediği için;suçlu olarak tek bir öğretmeni yargılayamayız.
Öte yandan, bir doktora göre öğretmenin işi çok daha zordur. Çünkü bir doktor tedavi ettiği hastaya tıp bilimini sevdirmek zorunda değildir, ancak bir öğretmen öğrencinin ilgisini çekmek ve ilerleme sağlamak için, o dersi sevdirmek zorundadır. Bunu yaparken de, bilgisini, tecrübesini, yeteneklerini, hitabet gücünü, saygınlığını, otoritesini, sempatisini, mimiklerini, vücut dilini, teatral becerisini ve sahip olduğu bütün değerleri ortaya koyar. Ve aynı zamanda, kontrol etmesi, dizginlemesi gereken, çok farklı sosyal yapılardan gelmiş, azgın bir kitle vardır karşısında. Katlanmak zorunda olduğu gürültü bile, başlı başına büyük bir sorundur. Ve ‘örnek insan’ misyonunu taşıdığı için, giyiminden konuşmasına kadar dikkatli olmak zorunda hisseder kendini, kafayı çekip dağıtamaz mesela.

Fakat öğretmenleri veya hekimleri halk nezdinde bu kadar saygın kılan, katlanmak zorunda oldukları şeyler, veya mesleki riskler değildir sadece.
Annem, Ankara İbni Sina Hastanesinde lösemi tedavisi görürken, yanında refakatçi olarak kalıyordum.
Hava almak için hastane bahçesine her çıktığımda, İbni Sina’nın heykelinin dibine oturur, heykeline iliştirilmiş, ona ait şu yazıyı, adeta her defasında yeni görmüş gibi heyecanla okur, ve hikmetini düşünmeye dalardım.

ibni-sina

‘Hekim’in özverisi hasta’ya şifa verir’

Kütüphaneler dolusu kitap yazılsa, acaba içindeki hümanizmi, merhameti ve adanmışlığı anlatmaya yeter mi?
Fark ettiğiniz gibi, hekimin bilgisi veya tecrübesi demiyor alim. Özveri,hekimin hastayı iyileştirme arzusu. Yani tıbbi müdahalenin ötesinde, hekimden hastaya geçen bir ‘ruhsal destek’,’saf’ bir ‘niyet’.
Hocalık ile hekimlik arasındaki yüce bağ, aslında aynı yüce amaca hizmet etmenin erdemini de içinde taşıyor; ‘Yaşatmak’!
Acaba İbni Sina, ‘Hoca’nın özverisi, talebe’ye ışık, bilgelik verir’ demiş olsaydı, çok mu yadırgardık? Ne yazarsam yazayım bu ışığı yansıtamam, ‘sevgi’ ile damıtılmış o beş kelime kadar içinizi ısıtamam.

Bazı meslekler vardır, o işi teknik olarak yapabilme becerisinin veya zihin kapasitesinin ötesinde, o mesleğe ruhsal olarak da ‘yatkınlık’ gerektirir. Hocalık ve hekimlik gibi.
Evimize gelen bir tesisatçının bile, o işe yatkın olmaması sorun yaratır, ancak bu sorun bir gün sürer, ertesi gün başka bir tesisatçı çağırır ve sorunu çözeriz. Peki ya çocuğunuzu beş yıl emanet ettiğiniz ilkokul öğretmeninin, öğretmenliğe ‘yatkın’ olmaması,veya annenizin kanser tedavisini üstlenmiş olan doktorun, o işe ‘yatkın’ olmaması?

Leonardo_davinci

Leonardo Da Vinci.
Resim ve heykel adına ortaya koyduğu pek çok sanatsal şaheserin, ve bilim adına ortaya koyduğu pek çok icadın yanı sıra, Anatominin de babası sayılan bu mucizevi adam,15.yy Engizisyon yasalarını hiçe sayarak, geceleri mezarlıktan ölü çalıp üzerinde çalışarak, ve sabah olmadan tekrar gömerek; dalağımızın, böbreğimizin fonksiyonlarını öğrenmeye ve bize öğretmeye çalışmış.
Bir detayı atladım, Engizisyon yasalarına göre mezarlıktan ölü çalmanın cezası da, Ölüm!
Burada bütün insanlığa sunulmuş bir ‘özveri’ yok mu?
Kendinden asırlar sonra yaşayacak ve asla tanımayacağı insanlar için hayatını riske atan, bizi sanatıyla da onurlandırmış ve beslemiş yüce bir ruh değil mi Leonardo Usta, o’na minnet borcumuz yok mu?
Peki sanatta ve bilimde zaten zirveye oturmuş, bir büyük usta olarak herkesten daha çok sevilen ve sayılan, ayrıca bu işten hiç bir gelir beklentisi olmayan ve muhtemelen ihtiyacı da olmayan bu adam, idam edilmeyi göze alıp neden böyle bir tehlikenin içine atmış kendini?
Merak!..
Bilinmeyeni bilme arzusu, bulup ortaya çıkarma dürtüsü, ve ancak öğrendiğinde insanın kendini ‘tam’ hissedebilme duygusu.
Bilimde, felsefede veya sanattaki gelişme; bu ‘merak’ duygusunun giderilmesi üzerine inşa olunmuş. Ve bunları en çok ‘merak’ edenler ise, bu işlere en yatkın, en özverili, en kendini adamış, en risk’i göze alabilen ve en yetenekli insanlar olmuş hep.
Ayrıca bu meslekleri icra eden kişiler, öldükten sonra da öğretileri ve etkileri sürdüğü için, hocalık; ‘zamansız ve mekansız’ bir mertebe haline gelmiş doğal olarak.

Neşet Ertaş’ı yeni ‘kaybettik’, bize öğrettiği, ve nesillerimize öğreteceği ölümsüz Türküler’i ‘kazanarak’.

Hocalık,  sadece öğrenciyi dizinin dibine oturtup, feyz verme işi değildir. Sanat adına ortaya koydukları şaheserler ile, çalışmamız gereken dersi bize asırlar önce hazırlamış  hocalarımız da var.
Bu gün dünyanın dört bir yanında kurulmuş olan konservatuarları düşünün. Bu kurumlar ve orkestralar, Klasik Batı Müziğinde deha olarak da andığımız Beethoven, Mozart, Bach gibi adamların yüzü suyu hürmetine kurulmuştur. Ayrıca konservatuarlarda eğitim gören çocuklar bu adamların eserleri ile solfej yaparak, etüt çalışarak kendilerini geliştirip ustalaştıktan sonra, yine bu adamların eserlerini icra ederek ekmek paralarını kazanmaktadırlar.
Yani bu üstatlar, öldükten sonra, aradan geçen asırlar boyunca, hocalıklarına devam etmişler, ve muhtemelen insanlık var oldukça da devam edecekler.
Çünkü onlar, zekayı ve estetiği ruhumuza adeta damardan zerk ederek, literatürü belirleyip yol haritamızı da önümüze sererek, bizimle ve bizden çok sonraki nesillerle aralarında hiç kopmayacak ‘sahici’  bir bağ kurabilmiş ‘dahi’ hocalarımızdır. Bu ‘en üst’ düzeyde hocalık; ‘zamansız ve mekansız’ bir hünerdir.

İnsanla, doğayla, evrenle, tıpla, sanatla ve felsefeyle ilgili her konu, aynı zamanda birer ilim ve eğitim konusu olduğundan, ‘hoca’lık ve ‘hekim’lik, üreterek, öğreterek ve yaşatarak insanlığın ‘en saygın’ kurumları haline gelmiştir.
Branşı ne olursa olsun, biz hocalara hürmet ederken, sadece bu profesyonel bir meslek olduğu için değil; geçmişten bugüne temsil ettiği bütün o değerlere ve o tekamül sürecine hürmet ediyoruz.
İbni Sina’nın özverisine, Leonardo Ustanın bizim için ölümü hiçe saymasına, Neşet Ertaş, Beethoven, Motzart, Bach gibi adamların dehalarına hürmet ediyoruz.
Ve bu hürmet, bir devlet adamına veya bir general’e duyduğumuz ,içi korku ve yalakalıkla dolu bir hürmet değil, ‘muhabbet’le, minnet’le ve hayranlık’la.

Oyun deyip geçmeyin…

oyun

Oyun sadece bir eğlence veya zaman öldürme aracı değildir.
Özellikle çocuklara hareket etme şansı ve alanı veren, bunu yaparken de yeni disiplinleri, yeni teknikleri ve yeni terimleri öğrenebileceği, yeni arkadaşlar edinip sosyalleşebileceği en önemli olgudur oyun.
Oyun, öğrenmenin yolunu açtığı gibi, o oyunda ‘nasıl daha iyi olurum’un arayışında olan çocuğa, gelişmenin, tekamül etmenin de şifrelerini vermeye, başka konularda da ‘nasıl daha iyi olurum’un yollarını öğretmeye başlar, zihin fonksiyonlarını geliştirir. (Oyundan kastım bilgisayar oyunları değil elbet)
Ayrıca oyun, hala bir çok yetişkinin bile, ölene dek sürdürdüğü, vazgeçilmez bir aktivitedir.
Çocukluğumla başlayan oyun aşkım, bütün sokak ve iskambil oyunlarını öğrendikten sonra, bilardo ve satranç ile zirveye çıktı. Satranç milli takımı oyuncularından Feridun Öney konservatuardaki en yakın arkadaşlarımdan biri olunca Taksim’deki Satranç Kulübüne gidip gelmeye, turnuvaları izlemeye ve satranç literatürünü, kitap ve dergilerden takip etmeye başlamıştım.
Geceleri evde bağlama çalışmam, komşuları rahatsız etmemek için ‘mecburen’ bitince, satranç ustalarının oyunlarını, kitaplardan, tek başıma analiz etmeye çalışırdım. Hatta, rahmetli anneannem sabah namazı için kalkıp da, benim hala uyumadığımı görünce ‘bırak artık şu Satrangaç’ı deyip, beni okuldan önce bir kaç saat uyuyabilmem için uyarırdı.
Merhum Aziz Nesin, yıllar önce, küçük oğlunu da alıp Moskova’yı ziyaret ettiğinde, bir parkta insanları,o parka ait sabit masalarda satranç oynarken izlemiş, ve ‘Niye benim ülkemde insanlar kahvede tavla veya pişti oynamak yerine, böyle açık havada, zeka geliştiren bir sporla uğraşmıyorlar’ diye hayli üzülmüş. Üstad iyi biliyordu ki, Rusların bizden daha iyi yaptığı tek şey,’satranç oynamak’ değildi.
Ayrıca, bir-iki şampiyon dışında bütün satranç şampiyonlarının, Rusya’dan çıkması da ‘bir tesadüf’ değildi.
Konservatuardaki müzik tahsilimin, bilardo ve satranç ile birleştiği o yıllar, benim en üretken ve aktif yıllarımdı. Şimdi dönüp baktığımda, 24 saat bütün bunlara nasıl yetmiş hayret ediyorum. Sanki oyun, sanıldığı gibi bir zaman israfı olması bir yana,’zamanı’ göreceli olarak daha verimli ve bereketli kılan, yaptığım her işi daha eğlenceli ve yaratıcı kılan bir ‘artı güç’ olmuştu benim için.
Bir insanın en ideal halinin, onun en ‘mutlu’ hali olduğunu kabul edersek; bir çocuğun en mutlu hali, onun ‘oyun hali’dir. Bazen tek başlarına oynarken bile, kendilerini nasıl kaptırdıklarını, nasıl derin bir konsantrasyon içine girdikleri, hepimizin dikkatini çekmiştir.
Okullarımızın öğrenciler için böyle sevimsiz bir mekana dönüşmesinde, bu ihtiyaca cevap veremeyişinin rolü büyüktür. Çünkü okul, ancak çocuğun oyun oynama ve deşarj olma ihtiyacını karşıladığında,onlar için ‘cazip’ bir yer olabilir.
Belki de vermek istediğinden ‘çok daha’ fazlasını bu yolla verir, kim bilir?

Biz eskiden, su içerdik testiden…

‘Aaaah ah,nerede o eski bayramlar’ diye başlarlar ya söze…
Belli bir yaşa gelmiş insanların çoğu, günümüzden duyduğu rahatsızlığı, geçmişe methiyeler düzerek dillendirir çoğu kez. Eski edep, eski komşuluk bağları, eski gelenekler…
Halbuki o tarihler aynı zamanda, savaşlar, darbeler, yokluklar, yağmalamalar, terör olayları, anarşi, isyanlar, idamlar, işkenceler, faili meçhul cinayetler, faili belli ama meçhul cinayetler, katliamlar, siyasi ve ekonomik krizler, skandallar, bankaların hortumlanması, devlet kurumlarının yağmalanması, belediye kasalarının boşaltılması, ihalelere fesat karıştırılması, mafya-devlet beraberliği, cehalet ve yobazlık gibi bir “süreci” de ihtiva ediyor.
Yani, ya bugünkü kötülüğün tohumları o yıllarda ekilmiş; ya da zaten yaşanıyordu.
Ayrıca bizim ‘kutsanacak’ bir geçmişimiz vardı da, biz mi yaşayamadık?

Istanbul-6-7-eylul
Biz o işkence kıvamındaki dayakları Japonya’da mı yedik, Adnan Menderes Çin’de mi asıldı, 6-7 Eylül olaylarını Aborjinler mi çıkardı, Taksimde insanların üzerine ateş açanlar Anzaklar mıydı?
Ben çocukken bile, şu “Beyoğlu’na bir zamanlar kimse kravatsız takımsız çıkmaz”mış efsanesi konuşulurdu. Ama o yıllarda başka işler de oluyormuş.
Taksim’e tramvayın yeni geldiği yıllara ait, bir ‘fortçu’  fıkrası size!

Adam tramvay’da güzel bir Ermeni kadının arkasına geçer, bir süre idare eden kadın artık dayanamayıp geri dönünce; adam durumu kurtarmak için,
– Yanlış anladınız hanımefendi, ben bugün maaşımı aldım da,’bu’ o’nun şişkinliği, deyince,
Ermeni kadın o güzelim aksanıyla,
– Taksim’den Elmadağ’a maaşına zam geldi?…

Umarım, bir gün ‘biz’ de anlayabiliriz,’bu’ neyin şişkinliği!

Fıkra gibi…

Kamil_Sönmez_portre

Demin televizyondan Kamil Sönmez’in vefat ettiğini öğrendim, içim burkularak da olsa, onu her hatırladığımda güldüğüm bu komik anımı, sizinle paylaşmadan edemedim (20-12-2012).
Sene 1983, konservatuarda öğrenciyken, harçlığımı çıkarmak için kısa süren bir sahne tecrübem olmuştu, bağlamayla eşlik ettiğim türkücülerden biri de Kamil Abi idi.
Kamil Sönmez, özellikle televizyon yayınının yeni başladığı yıllarda sık sık televizyona çıkar, Karadeniz türküleri okur, ve her seferinde değişik bir Karadeniz fıkrası anlatırdı. Onun davudi sesinden fıkra dinlemek çok keyifliydi.
Bu özelliğini çok iyi bilen yedi kişilik orkestramız, 45 gün aralıksız sürecek olan programın ortasında bir ‘fıkra arası’ verileceğini de öğrendi ve ilk gece sahneye çıktık. Kamil Abi şu fıkrayı anlattı,

Bir gün, benim Karadenizli bir hemşehrim, gazetede bir iş ilanı görür, ilanda aranan özellikler; yüksek okul mezunu olmak, askerliğini yapmış olmak, otuz yaşını geçmemiş olmak, iş deneyimi vs.
Karadenizli gazeteyi alır ve doğru o iş yerine gider ve iş ilanı için geldiğini söyler, Kendisine sorulur,
– Üniversite diploman var mı?
– Yok
– Askerliğini yaptın mı?
– Yok
– İş deneyimin var mı?
– Yok…  deyince, ‘E sen burada aranan özelliklerin hiç birine uymuyorsun’ diyen kişiye,
– Hah işte, ben de onun için geldim,siz siz olun sakın ha bu işte bana güvenmeyin!

Fıkra bitince, gazino seyircisi ayıp olmasın diye biraz güldü, ama kahkaha atanı duymadık. Orkestra
üyeleri de adeta, Kamil Abi onca güzel Karadeniz fıkrası varken, bula bula bunu mu bulmuş, der gibi
birbirimize baktık.
Ertesi gece fıkra arası geldiğinde Kamil Abi yine bu fıkrayı anlattı!
Biz, herhalde dün gece bunu anlattığını unuttu deyip geçtik-gazino müşterisinden yine tepki yok,
Üçüncü gece yine bu fıkra, biz homurdanmaya başladık-müşteride yine tık yok,
Dördüncü, beşinci altıncı gece… Derken, biz; Kamil Abi’nin, bildiği bütün fıkraları unuttuğuna inanmaya
başladık.
Nitekim, Kamil Abi bıkmadan, usanmadan, ısrarla ve inatla 45 gün, her gece bu soğuk fıkrayı anlattı.
Kimsenin çok gülmediğini gördüğü halde, anlatabileceği yüzlerce çok daha komik Karadeniz fıkrası
olduğu halde.
Fakat beni asıl güldüren, belki bu gece fıkrayı değiştirir umuduyla bekleyen orkestra arkadaşlarım.
Kamil abi yine, Bir gün benim Karadenizli bir hemşerim diye fıkraya her başladığında,davulcu bagetleri ısırmaya, kemaneci arşe ile kendi kafasına vurmaya, bongocu bongoyu fırlatacakmış gibi havaya kaldırmaya, sonra da birbirimize bakıp, sinir sinir gülmeye başlıyorduk.

Konu Karadeniz’li olunca, anısı bile fıkra gibi oluyor. Nur içinde yat Kamil Abi.