Egzersiz deyip geçmeyin…

Enstrümanda egzersiz yapmanın önemini 37 yıldır yaşayarak bilen, bunlardan ilham alarak birşeyler üretmeye çalışmış ve üzerine üç kitap yazmış biri olarak sanırım bu konuda biraz gevezeliğe hakkım vardır. İlk kitabımda bunun önemine biraz değinmiştim ama yeterince önemsenmediğini düşündüğüm bu konu, sanki biraz daha fazlasını hak ediyor…

Egzersiz deyince zihnimizde uyanan görüntü, “biteviye” devam eden ve “aynı” tekniğin değişik perdelerde uygulanmasıdır, ki aslında öyle (itiraf edeyim çok yorucu ve sıkıcı olabiliyor, özellikle de bu yaz aylarında).

Asıl anlamı “alıştırma” olan bu eylem, bize zihnimizi, parmaklarımızı, mızrabımızı, penamızı, nefesimizi veya yayımızı o enstrümana daha iyi alıştırmamız için bir yöntem, disiplin ve kondisyon sağlıyor. Tıpkı spor gibi bir “çalışma disiplini” sağlıyor…

Enstrümanda gelişmenin en etkili yolununun bu “alıştırmalar” olduğunu dâhi eğitmen Japon Dr. Schinichi Suzuki tüm dünyaya göstermiştir. “Tekrarlama” ve prova her gün yeteneği bir sonraki seviyeye taşımak için çocuğu hazırlar. Tekrarlama sayesinde bir çocuk yavaş yavaş kendi anadilinde uzman biri haline gelir.
Suzuki metodu olarak bilinen bu yöntem temelde keman için ortaya çıksa da, piyano, çello, flüt gibi enstrumanlarda da mükemmel sonuç vermiştir.
Bu yüzden metodu olmayan ve egzersize tâbi olmayan hiçbir enstrüman düşünemiyorum.

Egzersizler bizi daha önce hiç karşılaşmadığımız pozisyonlar, teknikler, makamlar, ses dizileri ve akıl oyunlarıyla karşı karşıya getirir. Her zaman yeniliklere gebedir ve bizi başka yeniliklere hazırlar. Ayrıca daha önce karşılaşmadığımız ama hep aşina olmamız gereken notalarla, ritmik bölünmelerle (tartımlar) ve sazımızda kullanmamız gereken pozisyonlarla bizi tanıştırır. Çalışmamız gereken şeylerin neler olduğunu bize hatırlatır…

Bir eser çaldığımızda yapılan hatalar gözden kaçabilir. Ama egzersizlerde parmak ve mızrap dengemizi bulup sağlam çalmaya odaklandığımız için zayıf noktalarımızı görüp bunun üzerine gitmemiz daha mümkündür. Zaten bir eser çaldığımızda bile bize zor gelen ve tekrarlayarak pekiştirmek zorunda olduğumuz yerler, aslında o eserin egzersizleridir. Bir bağlamacı Kaytağı’yı layığıyla çalabilmek için onun kaç egzersizini yapar mesela?..

Kendi egzersizlerini üretmeye başlayan bir sâzende, kendi eserlerini de üretmeye başlamıştır aslında. Egzersizler bizi yeni eserler üretmeye de teşvik eder.

Egzersizler usta bir sâzendenin elinde, mükemmel baskı ve entonasyonla-bir tespih olup dönmeye başladığında, dinlemesi de seyri de doyumsuzdur (Egzersiz’in bu hâline biz “Egzerli” diyoruz)

Her sâzende egzersiz’i tatmalıdır…

Müziğimiz üzerine ritmik analiz

IMG_7403

Makamsal müziğin tek ve en önemli temsilcisi olan bu coğrafya, ritm adına da başka hiçbir kültüre nasip olmamış inanılmaz bir zenginliğe sahiptir…
Her ne kadar ritm deyince (Dünya genelinde), Latin ritmleri ve Latin enstrumanları gelse de (Congo-Bongo-Shaker-Tamborine vs..) bunlar hep 4/4lük ritm varyasyonlarıdır… Bizim ritm zenginliğinden anladığımız, ritmik bölünmeler, ve içine ÜÇLEME’lerin girdiği AKSAK ritmlerdir. İşte bunun cenneti Türkiyedir. Ve her ne kadar birileri ayırmaya çalışsa da, hem makamsal, hem de ritmik olarak, Türk Halk Müziği ile Klasik Türk Müziği et ve tırnak gibidir..
Kullanılan ritmlere baktığımızda, Müsemmenden tutun da (3+2+3) Raks Aksağına kadar (2+3+2+2), hayran olunası bir müştereklik söz konusudur. Hemen adı geçmişken, Bana Kara Diyen Dilber-Benim Adım Dertli Dolap gibi Türküler Müsemmen’e, Giresun Karşılaması-Entarisi Ala Benziyor veyâ İstanbuldan Üsküdara Yol gider gibi Türküler de Raks Aksağına örnek olabilir. Kullandığımız makamlar da, ritmler de Türk Müziği ile aynıdır… Fakat nasıl ki müzikâl tavır ve edebi formlarda YÖRE gerçeği karşımıza çıkıyorsa, ritmik karakteriyle de YÖRE gerçeği ayna gibi karşımızdadır… Kerkük deyince 10/8 lik ritm (Curcuna) kaçınılmazdır… Klasik Türk Müziğine baktığımızda, en çok kullanılan usüllerden biridir… Bunun daha ağır formu olan Aksak Semai(10/4) Saz Semâilerinin temel ritmidir. Azeri kökenli veya Terekemelerin yaşadığı Kars, Erzurum, Iğdır gibi bölgelerde, 6/8 ve 12/8lik Türküleri sıklıkla görürüz…
5-7-9 zamanlı usüller Karadenizi, 7 ve 9 Trakyayı, 9/8-9/4 ve 9/2 lik usüller, Ege ve Akdeniz bölgemizi sarıp sarmalamıştır. Hem Karşılamalarla, hem Zeybeklerle hem Tahtacı Semahlarıyla, hem de Tekes Hoplatmalarıyla…
Ne garip, Misget ayağı Türkülere baktığımızda 9 zamanlının sıklıkla tercih edildiğini görüyoruz… Hem Bilecikte, hem İçelde (Söğüdün Erenleri-Bir İncecik Duman Tüter-Bir Gemim Var Adalara Yaslanır-Şu Yüce Dağların Karı Eridi- Ceviz Arasında Vardır Evimiz-Mezar Arasında Harman Olur mu) vs…
Bir de ozanlarımızın ritmik tercihlerine bakalım… Orta anadolu bölgesinde Sivas veyâ Bozlak diyarında, 4/4 lük ritm hakimdir… Fakat Erzincan’a bir sayfa açmak lazım, çünkü 10 zamanlı usulü (3+3+2+2) en güzel kullanan ozanımız, Aşık Dâimi olmuştur… Âdeta bu onun imzası hâline gelmiştir… Güzel Gel Beri-Ezel Bahar Olmayınca-Yalan Dünya… Dünya Umruna Meylini Verme ve Böyle İkrar İlen adlı Türküler, bu hârika usül için örnek oluşturabilir.. İspanyollar bunun 12 zamanlı hâlini bir karakteristik hâline getirmişler. (3+3+2+2+2)…
Niye insan aksama ihtiyacı hisseder, ve niye bunu müziğine yansıtır?..
Aksamayan bir şey var mı?.. Simetrik olan bir şey var mı?.. Bizim zaman döngümüz bile simetrik değil, 29 Şubatta doğan biri 4 senede bir doğum günü kutluyor… Biz müziğimizle kutsanmış ve ödüllendirilmiş, geri kalan kısmıyla lânetlenmiş bir ırkız…

Kürdili Hicazkâr

IMG_7714_1200

Müzisyen muhabbetlerinde “En Sevdiğimiz Makamı” sormak âdettendir.
Ne ilginç, özellikle Türk Müziği ile iştigâl eden mûsikişinasların çoğunun bu soruya cevâbı “Kürdili Hicazkâr” olmuştur…
Aslında niye şaşırıyorum ki?..

Türk Müziği repertuarına baktığımızda gerek şarkı gerek saz eseri; bırakın kötü bir Kürdili Hicazkâr, vasat bir Kürdili Hicazkâr eser bulmak bile çok zordur. Sanki o bestekârı gereken müzikaliteye ve olgunluğa getirmeden kendini besteletmeyen bir makamdır Kürdili Hicâzkar…

1850’li yıllarda müziğimizin dâhi ve mucit bestekârlarından Hacı Arif Bey’in belki de müziğimize en büyük armağanıdır Kürdili Hicazkâr…
Zâten bu makamda bestelediği eserlere baktığımızda içinde:
Gurub Etti Güneş Dünya Karardı,Muntazır Teşrifine Hazır Kayık gibi şahâne eserlerin bulunduğu 30’a yakın şarkı görüyoruz…

Fakat Türk Müziğinin şahlandığı yılların 20.yüzyıla denk geldiğini kabul edersek, bu mükemmel makamı en iyi işleyen bestekârlardan ilk aklıma gelen Yusuf Nalkesen oluyor…
Avuçlarımda Hâlâ Sıcaklığın Var, Saymadım Kaç Yıl Oldu, Söyle Naz mı Bu Kaş Çatış, Ayrılsak da Berâberiz gibi hârika şarkılar, Yusuf Nalkesen ustamızın bu makama karşı olan aşkının bir ıspatı olmalı…

Kezâ Rum bestekârlarımızdan Lavtacı Hristonun repertuarımıza kazandırdığı ve fasılların vazgeçilmez şarkılarından Karşıyakada İzmirin Gülü ve Gidelim Göksuya, bu makamın en nâdide eserlerindendir.
Münir Nurettin’in Endülüste Raks, Avni Anıl’ın Bu Akşam Bütün Meyhanelerini Dolaştım İstanbul’un,Selahattin İnal’ın Dertleri Zevk Edindim, Alâeddin Yavaşça’nın Geçmesin Günümüz Sevgilim Yasla, Bâki Duyarlar’ın Seni Ben Ellerin Olsun Diye mi Sevdim, Zekâi Tunca’nın İmkânsız, Sadi Hoşses’in Yıldızlı Semalardaki Haşmet, Bimen Şen’in Yüzüm Şen Hatıram Şen, Muzaffer İlkar’ın Ne Senin Aşkına Muhtaç Ne Esirin Olacağım yine bu makam zevkinin eşsiz ürünleridir…
Saz Semâileri arasında ise Tatyos Efendi ve Reşat Aysu’nun Kürdili Hicazkar Saz Semâileri, âdeta cennetten çıkmadır…

KÜRDİLİ HİCAZKÂR…
Her ne kadar Türk Müziği nazariyatında”Kürdi” makamının”Rast”(sol perdesi) üzerindeki şeddi (göçürmesi) olarak anlatılıyorsa da, ilgisi yoktur.
Çünkü adından da anlaşılacağı üzere, Hicazkâr makamının “Kürdili” yâni (si bemollü) hâlidir. Aslında bir “Şed”(Transpoze) makam değil,
“Mürekkep”(Birleşik) bir makam olarak ele alınması daha isâbetli olur.
Çünkü Gerdaniye (Tiz Sol) üzerinde Zirgüleli Hicaz ile birlikte, Rast ve Neva üzerinde Uşşak yapma geleneği de bu makamın en karakteristik
özelliklerindendir. Bâzen bu perdeler üzerine “Saba’yı” da katar…
Bu, bizim bildiğimiz “Kürdi” makamı özelliklerinin çok dışındadır…

MAKAM = Kat,Mevki…(TDK)
Niye bizim ses dizilerimize “MAKAM” denmiş? Eski ustalarımız bu oluşumlara niye bu kadar önem atfetmiş? Niye her birine ayrı bir kimlik kazandırmış?
Ben size söyleyeyim…
Eğer 10 tane Kürdili Hicâzkar esere aşık olursanız,o makamın kokusu mezara kadar burnunuzda tüter… O renk, gözünüzü kapatsanız bile parlaklığını yitirmez… O koku, burnunuz tıkalı bile olsa her yerden ulaşır size…
O makama âşık olmaya görün…

Emprovize (Serbest Çalış) Neden Bu Kadar Değerlidir?..

gul-piyano

1- Sâzende’ye, melodik, armonik veya ritmik herhangi bir kısıtlama koymaksızın, kendini en özgür biçimde ifâde etme, ayrıca elindeki enstrumanı en geniş imkânlarla kullanma şansı verir…
2- Sâzende’ye bir kompozisyon çizme şansı verir…
3- Bunu yaparken sâzendenin kendi kuracağı konsept içinde, müzikal donanımını, tekniğini, hayal gücünü ve nereye kadar değişikliğe veya sürprize yatkın olduğunu sergileme şansı verir…
4- Beste dediğimiz şeyin, ilk ortaya çıktığı anda bir ’emprovize’ olduğunu kabul etmek zorundayız. Serbest çaldığımızda bile, o ezginin bir melodik ve ritmik açıklamasının olduğu ortadadır. Beste sadece, iz bırakan ve tekrar edilme arzusu doğuran emprovizenin, ölçü içine sokulmuş halidir. Yâni bestecinin bestecilik gücü, aslında onun emprovize gücüdür…
5- Emprovize arzusu, var olanla yetinmeyip ve hâttâ itiraz edip, daha iyisini arama arzusundan doğan devrimci ve protest bir tavırdır.
6- Emprovize erbâbı, gözünü hiç keşfedilmemiş başka denizlere ve anakaralara dikmiş bir kâşif gibi, o anki iç dünyasının onu sürükleyeceği fırtınalara teslim eder kendini, bu anlamıyla teslimiyetçidir de…
7- Ritmik eserlerin duygusal yapısı çoğunlukla bellidir.
Ya romantik, ya coşkuludur. Ancak emprovize içinde duygusal değişiklik daha sık çıkar ortaya. Hâttâ bu onun olmazsa olmazıdır. Dram içinde kudret, hüzün içinde umut, ve nereye varacağını çalanın bile bilmediği, bu serüvenin bir sonraki adımını merak?..
8- Emprovize yapan kişi çizdiği kompozisyonun duygusunu veya bütünlüğünü bozmamak ve saçmalamamak adına da, anlamlı olmak zorundadır. Bu da ona farkındalık gücü, ciddiyet ve disiplin sağlar….

Türk halk müziği üzerine düşünceler

baglama2Truva filminin sonunda, Aşil ölüp de cenazesi yakılırken, o Truva Atı’nı bulan komutanın şöyle bir tiradı vardı: ‘ Öyküm anlatılacak olursa… Devlerle yürüdüğümü söylesinler. İnsanlar kış buğdayı gibi büyür ve devrilir… Ama bu isimler asla ölmeyecek. Hector’un çağında yaşadığımı söylesinler… Kahramanları ehilleştiren adamın, Aşil ‘in çağında yaşadığımı söylesinler …’
Bir müzisyen olarak tanıklık ettiğim, eserleri veya icra yetenekleri ile beslendiğim, geçmişte yaşamış veya çağdaşım olan, farklı müzik türlerine mensup bir çok dahi müzisyen var, liste çok uzun. Ancak yakinen tanıklık ettiğim, hocalığından, eserlerinden veya icrasından feyz aldığım, bugün bir duayen ve kaynak kişi olarak kabul edilen müzisyenlerin çoğu ne yazık ki artık aramızda yok.
Ruhları şad olsun.

Folklor, bilinçsiz olarak iş gören doğa üstü güçler tarafından vücuda getirilmiş değişikliklerin eseridir. Bela Bartok (Macar besteci, şef ve folklor araştırmacısı)

Halk müziğimizde ozanlık geleneği esastır. Hem halk müziğinin sevilmesinde, hem de kurumsallaşmasında en önemli unsur kendi eserlerini çalan ve söyleyen ozanlarımızdır. Mevcut halk müziği repertuarımızın büyük bölümü ve en çok sevilen eserleri yine onlara aittir. Makamsal müziğin neredeyse tek adresi olan ülkemiz, başka hiç bir kültüre nasip olmayan makam, usul, form ve tavır zenginliğini bu kadim geleneğin eşsiz temsilcileri olan ozanlarımıza borçludur.
Münir Nurettin Selçuk vefat ettiğinde (1981) Türk müziği geleneğinin de kendisiyle sona erdiğini düşünenler olmuş. Nitekim uzun yıllardır yeni ve güzel bir Türk müziği şarkısı dinleyemiyorum. Halbuki çocukluğum ve gençliğim boyunca yüzlerce harika şarkının doğuşuna tanık oldum. Acaba Neşet Ertaş’ın gidişi ile birlikte, bizim ozanlık geleneğinin de artık eski kudretinde olamayacağını düşünmek, karamsarlık mı sayılır? Benim gibi düşünenlerin az olmadığını biliyorum. Zira Neşet Usta gibi yöre müziğini eserleriyle devleştiren ve icrada da eşsiz olan pek çok ozanı yakın zamanlarda kaybettik.
Sizce Sivas’tan bir Aşık Veysel, Denizli’den bir Özay Gönlüm, Erzincan’dan bir Ali Ekber Çiçek, Kütahya’dan bir Hisarlı Ahmet, Yozgat’tan bir Nida Tüfekçi daha çıkar mı? Kırşehir bir Çekiç Ali, bir Muharrem Ertaş veya Neşet Ertaş daha yetiştirebilir mi?
Kaynak kişilerin yavaş yavaş tükenmesi, köy yaşantısının şehre kayması, teknoloji, aşırı nüfus artışı ve bunların yarattığı nesnel ve psikolojik tahribat, ne yazık ki müzik algısının da değişmesine, temsilde otantik özelliklerin zayıflamasına ve üretimi durma noktasına getirmiştir son yıllarda. Benim elli yıllık ömrüm bile müziğimiz ve dilimiz başta olmak üzere, bir çok değerimizin eriyip gittiğini görmeye yetmiştir.
Sebepleri muhtelif, fakat sonuç maalesef bu. Müziğe yeni başlayan bir genç olsaydım, bu günkü icra ile halk müziğini veya Türk sanat müziğini bu kadar sever miydim; pek emin değilim.
Tek tesellim elimizdeki hazine değerindeki repertuarın yanı sıra bağlamaya olan ilginin artması ve çok iyi sazendelerin yetişmesi. Ülkemizde her yıl ‘bir milyon’ bağlama üretildiği söylenmekte. Nüfusu bir milyon olmayan ülkelerin olduğunu düşünürsek, bunun yarısı bile müthiş bir potansiyel değil mi?
Bağlamaya yeni başladığım yıllarda(1979), bağlama daha ziyade bir tavır sazı olarak görülürdü. Parmak fonksiyonlarından daha ziyade mızrap fonksiyonlarını geliştirmek için uğraşırdık. Bağlamalarımızın göğsü bile bu günkü gibi düz değil, bombeli idi. Mızrap olarak da kiraz kabuğu kullanılırdı tabii. Fakat bağlamanın daha fazlasına olanak tanıdığını özellikle Orhan Gencebay ve Arif Sağ gibi üstün yetenekli icracılar, kendinden sonraki nesilleri bile derinden etkileyerek ispatlamışlardır. Yakından tanıma ve feyz alma şansı bulduğum iki hocamın da makamsal müziği çok iyi bildiklerine, bağlamayı çok iyi tanıdıklarına ve sınırları zorlayarak bu tekniğe ve yaratıcılığa ulaştıklarına bizzat tanık oldum. Bunlar yeteneğin de ötesinde, ancak büyük bir tutku ve disiplin ile olabilecek şeyler. Günümüzde ise bütün teknolojik imkanlara ve bilgiye ulaşma kolaylığına rağmen, bu tutkunun da azaldığını üzülerek görmekteyim. Eski müzik adamlarının bu uğurda çektikleri çile ve verdikleri mücadele, örnek ve ibret alma adına incelemeye değer. Bach’ın bir org üstadını dinleyebilmek için kırk kilometre yol yürüdüğünü ve mum ışığında kör olana kadar nota yazdığını okuyunca, sahip olduğum konfordan utanmıştım. Ozanlarımızın da çoğu yokluk içinde yaşadı ve öldü. Acaba mahrumiyet tutkuyu ve yaratıcılığı besleyen, konfor ise yok eden şeyler mi?
Bir diğer husus, özellikle saz erbabı olan kişiler, geçmişte bu işe çok daha fazla mesai harcardı. Günde sekiz-on saat bağlama çalışmak benim gibi bir çok müzisyen arkadaşımın günlük rutini idi. Şimdi sorduğumda ise, çalışıyorum diyen genç arkadaşlarım bile iki-üç saat çalıştığını söylüyor.
Acaba giderek keşmekeş hale gelen yaşantılarımız ve ekran karşısı alışkanlıklarımız, çalışmak için gerekli olan zaman ve enerjiyi elimizden almaya mı başladı? Zira bir gün, o yıllarda da 24 saat idi. Amacım geçmiş’e methiyeler düzüp günümüzü küçümsemek değil elbet. Ancak tanık olduğum irtifa kaybını da hiç hissetmemiş gibi yapamam. Kaldı ki benden otuz-kırk sene önceki durumu çok iyi bilen musikişinaslar hala mevcut. Onların bu güdükleşmeyi benden çok daha iyi hissettiklerine her fırsatta şahit oluyorum. Hem üretimin durması, hem tutkumuzun azalması hem de temsildeki nitelik kaybı, en az diğer ülke sorunları kadar beni yaralayan hususlar. Dilerim terör, türban, darbe gibi husumet konularından sıra gelir de, kültür ve sanat ile ilgili bu hayati sorunları hatırlarız bir gün.

Müzik…

Günlük konuşmalarımız içinde yer alan boş sohbetleri, geyikleri, dedikoduları, maç yorumları veya hiç bir sonuca varmayan siyasi tartışmaları düşünüyorum da,’ müzik’ neredeyse tamamen ‘gündem dışı’.
Müzik ile ilgili konuşmalar bile, daha ziyade ‘sözde’ o işi temsil eden kişilerin magazinel haberleri veya dedikodularından ibaret.
Halbuki, eğer bir olgu, ‘muhabbet konusu’ olmayı hak edecek ise, bu önce ‘müzik’ olmalı. Çünkü dünyanın neresinde doğarsak doğalım, insanı en çok etkileyen ve her gün yaşantısında yer alan, ve doğumdan ölüme bize eşlik eden ‘müzik’tir. Neticede dünya bizi bir ninni ile ağırlıyor, bir sela veya bir ağıt ile uğurluyor.
Müzik hem cazibesi, hem de tedavi edici ve insan ruhuna dinginlik bahşeden etkisi ile, sadece sanat dalları arasında değil, diğer tüm olgular arasında insanlığın ‘vazgeçilmezi’ olmayı başarabilmiş ‘yegane’ olgudur.
Bir ana sanat olarak da, diğer bütün sanat dallarını besleyen yine ‘müzik’tir. O’nsuz dans, sinema veya tiyatro düşünülemeyeceği gibi, edebiyatı da besleyen yine ‘müzik’tir. Bir şiir bile, o’na uygun bir ‘müzik’ ile daha anlamlı hale gelebiliyor.
Kelam’ın en güzel ve en etkili hali, ancak bir ‘şarkı’ olduğunda ortaya çıkabiliyor ve kitlelere ulaşabiliyor. Eğer Münir Nurettin Selçuk, ‘Dönülmez Akşamın Ufkundayım’ı bestelememiş olsaydı, Yahya Kemal’in bu ‘gizemli’ şiirini ‘kaç kişi’ bilecekti, ve o şiir nasıl bu kadar ‘etkili’ olacaktı.
Bütün sanat dalları arasında, kuramsal olarak en zengin, literatür’ü ve repertuarı en geniş olan ‘müzik’tir. Doğal olarak, eğitimi en uzun süren ve en meşakkatli olan yine ‘müzik’tir. Bütün sanat dalları arasında, tür, çeşitlilik ve branş açısından en zengin olanı ‘müzik’tir.
Ayrıca diğer bütün sanat dalları, araç-gereç veya gerekli ortamı mecbur kılarken, müziğin böyle bir derdi yoktur. Yürürken, araba kullanırken, mutfakta salata yaparken, her ortamda bir şarkı söyleyebilir, veya ıslık çalabilirsiniz, yüreğinizi götürdüğünüz her yere, onu da götürebilirsiniz.
En etkili motivasyon yolu ‘müzik’tir. Bütün dinler, müziğin etkisini ve gücünü kullanmış, onu mabetlerine ve ritüellerine taşımışlardır.

askeri-bando

Askerler, ordular bile onun cesaretlendirici etkisini tarih boyunca kullanmışlardır. Kitleler kendilerini ifade ederken bazen bir marş, bazen bir maç tezahüratı, bazen bir doğum günü şarkısı olarak yine ‘müziği’ kullanmışlardır.
Firmalar ürünlerini ‘müzik’ ile tanıtmaktadır, siyasi partiler propagandalarını ‘müzik’ ile yapmaktadır.

flamenko

Kültürlerin veya ulusların kendi kimliklerini ortaya koyması yolunda, en ‘etkili’, en ‘hünerli’ ve en ‘gurur duyulacak’ olanı yine ‘müzik’tir. Mesela ben İspanyol kültürünü ‘Flamenko’ ile anmak isterim,’Boğa Güreşi’ ile değil.
İnsan beyninin ne kadar fonksiyonel olduğunu ‘en iyi’ anlayabileceğimiz alan müziktir. Bilim değil! Bir senfoni dinlediğimizde, birbirinden bağımsız hareket eden yaylı, bakır nefesli, tahta nefesli, piano, vurmalılar ve daha bir çok ‘unsur’u da birlikte dinliyoruz. (Sadece ‘yaylı’ dediğimizde bile,beş farklı unsurdan bahsediyoruz.)
İnsan Ruhu’nun ne kadar zengin ve ufku’nun uçsuz bucaksız olduğunu yine ‘müzik’ gösterir bize.
‘Deha’ denilen yaratıcı güç, ‘hayran edici marifetini’ en ‘mucizevi’ şekilde ‘müzik’ yoluyla gösterir bize.
İnsanın kendini ‘sanat’ ile ifade etmesi yolunda, o’na en geniş, en uçsuz bucaksız dünyayı sunan yine
‘müzik’tir.

Müzik Allah’ın lisanıdır…. Hz.Mevlana   (Biz deseydik ‘kafir’ ilan edilirdik!)

Tabii ki ‘müziği en iyi, yine ‘o’nun kendisi anlatır’, kelimeler değil.
Ancak, ömür boyu birlikte olduğumuz ve beslendiğimiz bu yüce mefhum, acaba sohbet konularımızın hiç olmazsa, ‘birazına’ dahil olmayı hak etmiyor mu?
Birileri’nin yüzündeki botoks, baldırındaki selülit kadar konuşsaydık bari!