Buse

Hiç de sevmem otobüsün ön koltuklarını, sanki bir kaza olduğunda ön camdan fırlayacakmışım gibi hissederim hep. Ama hem yaz sezonu hem de hafta sonu olunca, bir gün içinde Antalya-İstanbul bileti bulabildiğine seviniyor insan. Ne yalan söyleyeyim bir numaralı koltuk değil de kırk beş numara boş olsaydı, en arkada oturmayı bile göze alacaktım, sanki hiç gitmedim mi en arkada? Cam kenarı olması da ayrı bir avantaj, istediğim zaman başımı cama yaslayabilirim.

Bütün sorun otobüste uyuyamamam… Bazen bir gece evvel kendimi uykusuz bırakıp, öyle bindiğim de oldu, o da fayda etmedi. O uykusuzluğa yol yorgunluğu da eklenince, pelte gibi oluyor insan. Sabah olduğunda İzmit ile İstanbul arasındaki o bir saatlik yol, geride kalanından daha uzun sürüyor sanki, bitkin, perişan. Eve varınca da günü uyuyarak geçirdiğinden, gecen gündüzüne karışır bir kaç gün.

Ne sinir bozucudur şu mışıl mışıl uyuyan yolcular. O koltuğu şezlong kıvamında yatırıp, arkadaki yolcunun ortopedik ayarlarını alt üst ederler. Benim gibi bir doksanlık zavallıların kaçacak yeri de kalmaz, dizlerini sağa yatırıp çaresiz ve uykusuz on iki saat boyunca, İstanbul’a kaç kilometre kaldığını okursun yol kenarındaki tabelalardan…

Ama şimdi böyle bir sorunum yok… Önümde yolun iki tarafını da görebileceğim koca bir cam ve nasıl sürdüğünü izleyebileceğim bir şoför var. Hatta yanındaki muavin koltuğu bile, ara sıra muavinin oturup mola veya terminal anonsu yaptığı, kaptana çay‒kahve getirip lafladığı bir aksiyon sahnesi benim için. Ayrıca ayaklarımı rahatça uzatabileceğim koca bir merdiven boşluğu da var. İnsan on iki saat uykusuz yol gidince her fırsatı hesaplıyor ne yazık ki…

Ama uyuyan gamsızların böyle bir sorunu yok doğal olarak… Hele o mola yerine gelirken, muavinin anonsu ve otobüsün yanan ışıkları ile uyanıp da gerine gerine doğrulmaları yok mu; şeytan diyor, vur kafalarına bir odun, İstanbul’a kadar zıbarsınlar!.. Benim gibi gözünü kırpmadan ve dizleri iki büklüm saatlerce mola hayali kuran biriyle, bunların aynı haktan yararlanıyor olması, resmen haksızlık…

Otobüs’ün kalkmasına beş dakika kaldı ama yanımdaki koltuk hala boş, acaba yoldan mı alacak onu?

Ha, bir de şu yan koltuktaki yolcu sıkıntısı var her daim. Eğer gevezenin birine denk gelirsen, yandın… O zaman herif bir an evvel uyusun diye dua edersin, yok o da senin gibi uyuyamaz cinsinden çıkarsa, bu sefer sen uyuyor taklidi yapmaya başlarsın. Bazen otobüse binince yan koltuktaki herif senden önce yerleşmiş olur, nezaketen merhaba dersin ya; işte herifin o andaki tepkisi nasıl bir yolculuk geçireceğini anlaman için çok önemlidir. Eğer selamını soğuk bir şekilde alıyorsa yaşadın; bu gevezelikten hoşlanmayan biriyle sakin bir yolculuk anlamına gelir. Ama selamını sıcak ve içtenlikle alıyorsa, bari o zaman bir ortak noktamız çıksa da, herifin benimle alakasız, bayıcı hikâyesini dinleyip, fenalaşmak zorunda kalmasam diye dua edersin. Uykusuzluk ve yol yorgunluğuna eklenebilecek en kötü şey bir gevezenin yarattığı baş ağrısıdır, böyle kaç talihsiz tecrübem var sayısını bilmem…

E saat yirmi üç oldu kalkma saati bu. Arkaya dönüp baktım otobüs’ün tamamı dolu, yanımdaki iki numaralı koltuktan başka. Bu herif, elli kişilik otobüsü bile böyle bekletecek kadar rahat ve gamsızsa, uykuya kolay dalan biri olmalı, Allah vere de horlamasa… Şu hale bak, daha yanıma oturmamış adamın kişilik analizini yapıyorum, bende bir rahatsızlık olmalı!..

Saat on bir’i beş geçiyor, yolculardan homurdanma sesleri gelmeye başladı, neyse muavin bagaj kapağını kapadığına göre, demek ki beklenen yolcu da geldi.

Ayaklarımın ucundaki merdivenden çıkan hatun, önce şoförden gecikme için özür diledi ve sonra elindeki bilete bakıp, hiç ummadığı bir şeyle karşılaşmış gibi bana:
‒Pardon, siz yanlış mı oturdunuz acaba?
‒Yoo, benimki bir numara. Doğru…
‒Fakat benimki bayan yanı olacaktı?..
Bu sefer kaptana döndü:
‒Pardon şoför bey, bir yanlışlık var galiba…

Kadın bunları söylerken ne kadar güzel olduğunu görüp, bu yanlışlığın düzelmemesi için umutla beklemeye başladım…

‒Benim koltuğum bayan yanı olacaktı, bir karışıklık olmalı…
Kaptan, kapıları kapatmış ve hareket etmeye hazırlanırken muavine seslendi:
‒İsmail…
İsmail elindeki yolcu listesine bakarak öne doğru gelirken ben araya girdim:
‒Hanımefendi, eğer tek oturan bir bayan varsa, o yanınıza gelsin ben onun yerine geçerim.

Tabi bunları söylerken arkada tek başına oturan bir bayan olmadığını gayet iyi biliyordum, en azından onun yanında oturmaya meraklı olmadığımı göstermiş oldum, az çakal değilim ha!..

Muavin İsmail, kadına:
‒Hanfendi, bileti alırken bayan yanı demiş miydiniz, çünkü bizim firma buna çok dikkat eder.
‒Bileti abim almıştı ama söylemiş olması lazım, neyse artık yapacak bir şey yok, otobüs ful zaten.
‒Herhalde abiniz unutmuş olmalı…dedi muavin İsmail hafif bir tebessümle…

Kadın yanıma otururken göz göze gelmemeye dikkat ederek hafifçe toparlandım. Sonra, bıraktığı iç gıcıklayıcı parfüm kokusunu hissedip, derin bir nefes çektim gözlerimi kapayarak…
Eğer bu hatunla tanışmanın ve muhabbet etmenin bir yolu varsa bu hemen olmalı, çünkü bunu bir kaç saat sonra yaparsam, söyleyeceğim her şey sadece fırsatçılığımı ortaya çıkarır. Ama elimde ne var ki, cam kenarında oturmanın dışında? Salak! Daha ne olsun?..

‒Pardon, arzu ederseniz cam kenarına geçebilirsiniz,dedim usulca…
‒Sizin rahatınızı bozmaz mıyım?..dedi, sürpriz afet.
‒Yok canım, zaten gözümü kırpmıyorum yol boyunca, cam kenarı-koridor hiç farketmiyor.
‒Peki, çok teşekkür ederim,dedi hafifçe doğrularak…

Allah biliyor ya, bu teklifi yaparken bu kadar işe yarayacağını tahmin etmemiştim. Ya soğuk bir şekilde reddetseydi teklifimi? Ayrıca onun cam kenarında olması, benimle hiç konuşmasa bile ara sıra dışarıyı seyrediyor ayağına onu seyretmeme yeterdi. Koltuk değişimi olurken hatundan yayılan enfes kokuyu daha iyi hissettim…

Koltuğuna yerleşip çantasını astı ve bana dönerek:
‒Aslında abime cam kenarı ve bayan yanı olmasını özellikle tembih ettim ama her zamanki gibi unutkanlığı tuttu herhalde
“Allah o abiden razı olsun, unutkanlığı daim olsun” dedim içimden. Tanımadığım bir adama bu kadar minnet duyduğumu hatırlamıyorum hiç.
‒En azından birini yerine getirmiş olduk,dedim, sinsice…
‒Aslında benim de yolda uyuyamama gibi bir sorunum var, onun için cam kenarını tercih ediyorum. Gerçi gece vakti dışarıda bir şeyin göründüğü yok ya…

Söylediği her söz, yolculuğun devamı için beni umutlandırmaya başladı. Tanışma hamlesi için henüz erken olduğunu düşündüm, zaten hatun pek dilli çıktı maşallah, ben istemesem de konuşacak gibi duruyor. Gülümserken gamzeleri dikkatimi çekti, sanki bu güzelliğin gamze ile süslenmeye ihtiyacı varmış gibi… Acaba adı neydi? Gamze olabilir miydi?..
‒Sanki adı Sıdıka olsa ne olacak salak, yolculuk boyunca kaç kere telaffuz edeceksin ki onun adını?
‒Yok ama yaa, Sıdıka bu güzelliği ve nefaseti betimlemekten çok uzak; bence adı daha zarif bir şey olmalı, Selin veya Ebru filan…

Bu arada Kepez’e geldik bile, bu yirmi dakikalık suskunluk pek hayra alamet değil, ya hep susarsa!..

Ben bu sessizliği bozmanın en doğal ve kurnaz yolunu ararken, çantasından çıkardığı çubuk kraker imdadıma yetişti.
‒Buyurmaz mıydınız?
‒Niye zahmet ettiniz, zaten muavin birazdan servise başlar,deyip, iki tane çubuk çektim bana uzattığı paketten…
‒Afiyet olsun, biraz daha alsaydınız.
‒Teşekkür ederim, kâfi…

Allahım, bir kadın sesi nasıl bu kadar melodik, nasıl bu kadar davetkâr olabilir ya… Acaba nasıl bir eğitim almış olabilir, mesleği ne, bülbül terbiyecisi mi? İnsan buna yakışabilecek bir meslek bile düşünemiyor. Antalya’da mı yaşıyor, İstanbul’da mı? Evli mi, bekâr mı, dul mu? Gerçi parmağında yüzük de yok ama… Evli olsa bile, bir ev kadını olması hiç mümkün görünmüyor, mutlaka bir mesleği, bir sosyal yaşamı vardır bunun, benimle konuşmasındaki rahatlığı öyle gösteriyor çünkü. Acaba bunları öğrenme şansını verecek mi bana, benim gizemli tanrıçam?

Ona karşı nasıl bir tavır sergilemeliyim? Arzulu olduğumu hisseder de bundan ürkerse, yandım… Eğer kayıtsız görünürsem, beni sıktığını düşünür ve muhabbeti keser, daha fena yandım…
‒Ulan buna kayıtsız kalma şansın var mı sanki, öküz!.. Hem zaten, o çoktan senin niyetini okumuş, röntgenini çekmiştir… Baksana pek de zeki bir şeye benziyor bu adı meçhul ateş parçası…

Muavin İsmail tıka basa doldurduğu servis arabasını yanımıza çekip, bana döndü:
‒Çay, kahve, meşrubat, ne alırdınız?
Başımı sağa çevirip, sanki aynı soruyu ben sormuşum gibi, cam ile arama sıkıştırdığım yavru ceylana baktım.
‒Kahve lütfen,dedi, ilk ortak zevkimizi müjdeler gibi…
‒Aynısından…deyip, önümdeki arabadan bir çubuk kraker çekip, ona uzattım…

Bu teklifsiz ve kurnaz jeste, sanki nelerden hoşlandığını öğrenmeye başladığım için duyduğu memnuniyeti gösteren bir gülüşle: “Çok mersi” dedi, gülüşüne kurban olduğum.

Bu arada, bunları seyretmekte olan muavin İsmail, yüzüme sanki ‘hadi abi işin iş’ der gibi bakıp, sırıttı!..
Ya bunu benim yavru ceylanım da gördüyse!.. Ya etrafa yanlış bir izlenim vermemek için samimiyeti kesip de, yol boyunca benimle konuşmazsa!.. Bak şu muavin olacak sulu pezevenkin yaptığına!
Neyse ki o sırada kahve poşetini zarafetle açmakla meşgul olan yavru ceylanım, bu densiz yılışığın pis sırıtışını görmedi. Nasıl rahatladım anlatamam…

Ama muavin İsmail yarattığı bu tehlike ile otobüsteki en sevimsiz eleman olma unvanını kazanmıştı bile! Hatta yangında en son kurtarılacak eşya olarak İsmail’in yeri belirlenmişti artık!.. Pis İsmail, gereksiz İsmail!.. Ayrıca o biliyor muydu, benim insanın karşısına hayatta sadece bir kere çıkabilecek bu şansı elde edebilmek için, kaç tane tanımadığım herifin anlamsız muhabbeti ile beynimi düttürdüğümü, kaç uzun yolculuk gecesini işkence ile geçirdiğimi! Empati yoksunu İsmail!

Aslında İsmail gibilerini toplumdan tecrit etmek lazım! Hele böyle insanların yoğun olduğu bir yerde İsmail gibilerinin, hiç olmaması lazım! Ve hele benim yavru ceylanım gibi nadide bir şahsiyete hizmet edecek kişinin; asla İsmail olmaması lazım!.. İsmail gibi tiplerin, ne bileyim; orman gözetleme kulesi gibi, deniz feneri bekçiliği gibi; insanlarla hiç muhatap olamayacağı işlere sürülmesi lazım! Yabanıl İsmail, asosyal İsmail!.. Benim şu anda, yavru ceylanımla muhabbeti nasıl ilerleteceğimi düşünmem gerekirken, şu yılışığın bana yaptığına bak!

En iyisi ben şunu İstanbul’a gidince firmaya şikâyet edeyim… Yok yok, önce dövüp, sonra şikâyet edeyim! Bak beni de aptallaştırdı iblis herif, dövmek için İstanbul’u beklemeye ne gerek var? İlk mola yeri Afyon‒Sandıklı, orada paket yaparım ben bunu!
Ama ya benim yavru ceylanım, su filan ister de, bu herifi yara bere içinde görürse, ya bu gereksiz için üzüntü duyarsa? Ucube İsmail, tiksinç İsmail!

En iyisi bunun anasını babasını bulup, onları cezalandırmak. Siz topluma nasıl böyle mel’un bir evlat yetiştirirsiniz diye! Aslında daha iyisi var, bunun sülalesine mensup bütün erkekleri toplayıp iğdiş edeceksin ki, bu genetik felaket topluma daha fazla yayılmasın, başka İsmailler doğmasın!
Türemiyesice İsmail!

Acaba ben bu kötü duygular içinde İsmail lavuğunu cezalandırma yöntemleri geliştirirken, yavru ceylanım bana baktı mı hiç? Acaba bu kötü duygular yüzüme nasıl yansıdı, ürkütücü mü oldum yoksa? İmaj bozucu İsmail, muhabbet düşmanı İsmail!

Tam bu sırada yavru ceylanımın şakıyan sesi beni kendime getirdi:
‒Kahvenize dokunmadınız bile…
‒A sahi, kahve vardı di mi?
‒Bu arada, bana yerinizi verdiniz ama henüz tanışamadık,deyip, o öpülesi ve koklanası ve daha sonra yalanası eli bana uzatarak:
‒Ben Buse,dedi…

Tabi yaa, nasıl hissedememiştim, öküzlüğüme doymayayım. Bu güzel yaratığın isminde mutlaka onun seksapelini yansıtan bir ipucu olmalıydı. Ben de Ebru, Selin filan sayıklıyorum. Buse!.. İsmi bile can yakıcı, baştan çıkarıcı!
‒Ben de Osman, çok memnun oldum Buse Hanım.

Tanrım… Eğer zamanı durdurabilmek gibi bir hünerin varsa, bunu yüzlerimiz birbirine bu kadar yakın ve eli elimdeyken yap n’olur! Yok eğer bunun daha ileriki aşamalarını görüyorsan; o zaman yaparsın!

Elini tutarken vücudumda küçük kıpırtıların olmaya başladığını hissettim. Yaydığı afrodizyak kokuya, bir de tensel temas ve görsel ziyafet eklenince, bu kaçınılmaz ve engellenemez kıpırtının devamı beni oldukça korkuttu; daha tanışmanın başında sapık gibi görünmem hiç de hoş olmazdı.

İstemeyerek de olsa bıraktım yavru ceylanımın elini ve bacak bacak üstüne attım mecburen. Demin ben Buseyi betimlerken güzel kadın dedim ya, Allah benim cezamı versin de, bir daha kimseyi betimlemek nasip olmasın inşallah! Eğer diğer güzel kadınlar için ‘güzel’ sözcüğü kullanılıyorsa, Buse için mutlaka başka bir sözcük kullanılmalı… Türkçe sözlüklere “şahane güzel” veya “erişilmez güzel”in karşılığı olarak ‘Buse’ yazılmalı; “yontulmamış odun” veya “erişilmez öküz”ün karşılığı olarak da ‘Osman’…

Şimdi önümde hiç bitmesini istemediğim on bir saatlik bir yol var… İsmail olacak şerefsiz, boşalan bardakları toplamaya başladı bile. Birazdan kaptan ışıkları da söndürür ve biz muhabbetin devamını, uyuyan yolcuları rahatsız etmemek için fısıldaşarak ve birbirimize biraz daha sokularak yaparız; romantik aşk mabedimizde!

Ama ya uykusu gelir de dalarsa, benim gamzeli cazibem?
‒Buna asla izin vermemelisin, onun için de muhabbeti ilginç kılman, hatunu uyanık tutman lazım.
‒Daha mesleğini, tahsilini bile öğrenemedim, ya ilgi alanlarımız çok farklıysa, ya konuşacak fazla bir şey bulamazsak?
‒En azından anlattığı şeyle ilgileniyormuş gibi yapabilirsin be hanzocuğum! Zaten bilmediğin bir lisanla konuşsa bile sabaha kadar dinlemez misin bu dudu dilliyi? Şu vesveseleri kes de, onun ilgisini nasıl çekersin, muhabbeti nasıl kıvamına getirirsin onu düşün. Daha bunun İstanbul ayağı var… Bak eğer bu beraberlik sadece yolculukla sınırlı kalırsa, ağzına çalınmış bir parmak balla kalırsın ortada… Ondan sonra hangi kadın seni bu kadar cezbedecek, hangisi için bu kadar arzu duyacaksın; onu sen düşün…

‒Çıtamı da yükseltti emsalsiz afet… Hem de öyle bir yükseltti ki, ne kadar sıçrasam da erişemeyeceğim bir yücelikte görünüyor, daha şimdiden. Ama şu ana kadar ne yaptıysan işe yaramış olmalı, yoksa sana bu kadar sıcak davranmazdı benim cam kenarı güneşim. Demek ki, deminden beri sergilediğin vakur ve centilmen duruş işe yaradı, bunu bozmamalı ve ölçülü olmaya devam etmelisin.
‒Sen onu gel de benim libidoma anlat; ölçülüymüş!.. Bir yandan onun dudaklarına yapışmamak için nefis mücadelesi vereceksin, bir yandan da olgun ve centilmen erkeği oynayacaksın; kaç parçaya bölünsem acaba? Uff bu pantolon bu kadar dar mıydı ya?..

Aaah, bana neler ettiğinden habersiz, nasıl da yudumluyor kahvesini benim gece mehtabım. Neyse kaptan ışıkları da kapattı.

Yoksa ben kendi kendime gelin güveyi mi oluyorum? Yoksa ben asla elde edemeyeceğim bir şeyin hayalini mi kuruyorum? Yoksa zaten başkasına ait bu nadide gülü, sırf bana içten davrandığı için koklayabileceğini düşünerek, sonu hüsranla bitecek bir rüya mı örüyorum kendime?..
‒Düşünsene oğlum, böyle bir hazinenin sahipsiz olması mümkün mü? Bu cennet köşesinin keşfedilmemiş olması hiç aklına yatıyor mu senin, ne tür bir salaksın sen ya!
‒İyi ama, evli veya nişanlı olsa, parmağında yüzük olması gerekmez mi? Belki de erkek arkadaşı vardır sadece… Erkek arkadaş dediğin nedir ki, bu gün var yarın yok; al işte şimdi sen üstleneceksin bu kutsal görevi.
‒Hem sonra, bu afet sadece seni mi yamulttu sanıyorsun; bu mükemmel tasarımı diğer erkek gözleri görmüyor mu, âlemin uyanığı sen misin? Şunun gamzesinin çukurunda kaybolmak istemeyen bir herif olabilir mi oğlum yeryüzünde? Belki de etrafında pervane olmuş herif takımından bir aşk kölesi seçmek durumunda hissediyordur kendini, belki de değiştirip değiştirip kullanıyordur herifleri, belki de henüz aradığı herifi bulamamıştır; niye o şanslı herif sen olmayasın Kamilciğim? Uğruna köle olacak daha iyi bir şey biliyor musun? Issız bir adaya düşsen yanına Buse’den başka bir şey alır mısın? Şu anda ve daha sonra en çok yapmak istediğin şey nedir? Sesini en çok duymak istediğin şey, nedir? Sadece tek bir resme bakma hakkın olsa, Mona Lisa’yı mı, Buse’yi mi tercih ederdin?
Kokusunu en çok içine çekmek istediğin şey nedir? İdam edilirken, son arzunu sorsalar ne isterdin? Bırak gönlünü‒nefsini; duyu organlarının tamamı onu arzuluyor oğlum baksana, sen daha şimdiden iflah olmaz hale gelmişsin bitik!
‒E ne yapayım yani şimdi, Buse yok muş gibi mi davranayım? Bu zaten beyin ölümü demek benim için… Şu güzellik abidesine kör mü bakayım yani? Kokusunu içime çekmeyeyim mi? Şu kanaryalar dolusu cıvıldayan sese kulaklarımı mı tıkayayım? Oldu olacak şoföre söyle de, en yakın mezarlığın kenarında bıraksın beni…
‒Hakkında hiç bir şey bilmediğin bir hatun için, düşünülebilecek ne varsa düşündün, her türlü senaryoyu yazdın ama bunlardan ya bir tanesi doğrudur ya hiç biri… Ya hatun eşcinselse? Ya ikiniz de aynı şeyden hoşlanıyorsanız? Ortak zevklerinize bir tane daha ilave ettiği için sevinecek misin? Peki ya erkeklere karşı soğuk, firijitin biriyse ne olacak o zaman; duyarsız abide mi diyeceksin ona?
Peki ya zengin bir iş adamının metresiyse? Ya güzelliğini sermayeye çevirmiş ve lüks hayatı tercih etmiş bir saltanat düşkünü ise senin bu gece mehtabın, ne yapacaksın bu durumda? O lüks hayatı bırakıp senin kapatman olmasını mı isteyeceksin? Daha kötüsü var, senin şu cam kenarı güneşin, ya parayı verenin düdüğü çaldığı bir eskort kızsa, ya profesyonel bir ablaysa? Peki ya tek bir erkekle yetinemeyen ve işi çoktan kitlesel oynaş’a çevirmiş dejenere bir kaltaksa senin şu gizemli tanrıçan… Canı tost olmak istediğinde, dilimlerden biri olmayı kabul edebilecek misin, uçuk fantezilerine figüran olabilecek misin bu azgın ablamızın?..
‒Ona abla demeyi kes uğursuz! Ayrıca çeneni hiç boşuna yorma! Üçüncü dünya savaşı Buse yüzünden çıksa, onun tek kişilik ordusunun yegâne neferi olarak, cansiperane savunurum ben onu…
Yeter ki o, bana bahşetsin bu kutsal görevi, yeter ki onun uğrunda ölen ilk aşk şehidi olma onurunu bana versin; ben daha ne isterim… Senin sıçratacağın hiç bir çamur, benim günahtan münezzeh masum tanrıçamı lekeleyemez, kirletemez onu… Sus ve bizim kutsal aşk mabedimizi, nifaklarınla daha fazla bozma!
‒Ohoo, bizimki işi şaire bağladı. Valla birader Mecnun mod’unu bozmak istemem ama Leyla Hanım bu derin hislerinizin ne kadarından haberdar; merakıma mucip oldu da…
‒Sahi, ne yapıyor benim alın yazım, ben burada tenakuzlar içinde boğuşurken? Eğer kendini ihmal edilmiş gibi hissettiyse ne yaparım ben? Eğer canı sıkıldıysa nasıl telafi ederim; bu soysuz ihmali, bu günahkâr aymazlığı?

Bütün zarafeti ile tebessüm içinde camdan bakıyor benim gönül koltuğumun yeni sahibi. Yolun çok ötesinde siluetleri hayal meyal görünen dağlar, sanki onun camdan yansıyan aksine zarif bir dekor olmak için yaratılmışlar, belki de onun geçişine selam durmaktalar kim bilir? Öyle ya, onun varlığı ile onurlanan, onun tarifsiz güzelliği ile gönlü şenlenen sadece ben olabilir miyim? Bu ışık sadece benim gözümü kamaştırıyor olabilir mi, bu harlı ateş sadece yanındaki koltuğu ısıtıyor olabilir mi?

‒O koltuk yanacak birazdan, bekle sen…
‒Kendini ateist zanneden herkesin Buse’yi bir kere görmesi lazım… Bu mucizevî tasarımın, bu kusursuzluğun tesadüfî olamayacağını her imansız kâfir görmeli ve yaratılmışların en güzeli ile imana gelmeli.
‒Senden büyük Allahsız var mı lan şu dünyada?
‒Kendini bestekâr zanneden her şaşkın, daha önceden yazdığı bütün aşk şarkılarını yırtıp atar Buse’yi gördükten sonra. İlhamın kaynağını keşfeder ve her şarkısını Buse’ye yazar ömrünün geri kalanında.
‒Elimde kaldı yazık çiçekleriimleee meeeendiil…
‒Kendini filozof zanneden her aklı karışık, beynini rafa kaldırır. Zekânın bir illüzyon, düşünmenin bir oyalanma; hakikatin ise saf güzellik olduğunu anlar; Buse’yi gördükten sonra…
‒Sen beynini doğuştan rafa kaldırmışsın, spastik Osman…
‒Bana yetki verseler, dünyada kadını temsil eden ne kadar resim varsa yırtar, ne kadar heykel varsa un ufak olana dek kırardım; mağara duvarlarına çizilmişse taşıyla sökerdim onları. Üstünde kadın resmi olan bütün pulları, paraları toplatır imha ederdim, hepsine Buse’nin resmini basardım.
‒Bazı erkek dergilerine de basılmış olabilir, onları da toplatalım mı?
‒Seni sefil… Seni soysuz… Seni… Bir dakika… Bu İsmail dümbeleği niye mikrofona üflüyor şimdi?

Sayın yolcularımız Sandıklı dinlenme tesislerine gelmiş bulunuyoruz, otobüsümüz otuz dakika yemek ve ihtiyaç molası verecektir. Değerli eşyalarınızı yanınıza almanız önemle rica olunur.

‒Nasıl yaa? Sen dört saattir Buse’nin kendini bıraktın da, hayaliyle mi avundun öküzcüğüm! Hâlbuki kız sana karşı ne kadar davetkârdı, tanışma faslını bile o başlattı, elini uzattı sana. Tek yapacağın havadan sudan mevzularla muhabbete dalıp, kendini biraz tanıttıktan sonra samimiyeti arttırmaktı, onun hakkında bilgi toplamaktı. Ama sen bu dört saati beyninde geviş getirerek, kızı yalnız başına koyarak piç etmeyi uygun gördün ya; vallahi bravo… Bu kadar tapındığın şey burnunun dibindeyken, sen sanal âlemi tercih ettin; hatunu yücelttin de yücelttin, en sonunda mağara taşlarını bile sökmeye kalktın. Vallahi normal değilsin sen…
‒E sen de işimi kolaylaştırmadın yani!.. Ne eskortluğunu bıraktın benim kutsal bakiremin, ne firijitliğini… Karşımdaki güzelliği doya doya yaşamama izin vermiyorsun ki, işin gücün fesatlık. Hem ben ruhumda ona öyle bir köşe açtım, orayı öyle güzel yeşerttim ve donattım ki; ona sadece kapıyı açıp kurulması kaldı. Ne kadar sevebildiğini bilirsen sevgin doyurucu olabilir ancak… Şayet, Buse senin dediğin gibi eskortluk yapsaydı bile, kutsiyetinden hiç bir şey eksilmezdi, ona olan yakınlığımdan geri adım atmazdım asla.
‒Ne yapacaktın peki o zaman, parasını ödeyip öyle mi yaklaşacaktın kutsal bakirene, yoksa çalışmadığı saatleri kollayıp simit sarayına mı götürecektin müstakbel ruh ikizini?..
‒Hep böyle alaycı olmak zorundasın değil mi? Senin şu kem duruşunu yok etmek, şu devamlı aşağılayan kibir dolu sesini kesmek için daha ne kadar uğraşmam gerekiyor bilmem ki?
‒Oğlum şu anda uğraşman gereken şey benim sesim, duruşum değil lan; yanındaki yavru… Hiç olmazsa şu molada gözüne gir de, yolculuğun devamı için biraz umudumuz olsun, amma fırsat düşmanı herifsin ha!

Çantasını aldığına göre, inecek galiba benim Afyon kaymağım. Acaba önce tuvalete mi uğrayacak, yoksa lokantaya mı? Acaba ben de tuvalete doğru mu yürüsem, sanki yolumuz kesişmiş gibi, biraz laflarız belki…
‒Hoop, bu onunla ilk yürüyüşün olacak, bunun tuvalete doğru mu olmasını istiyorsun hanzo? Hem karnının aç olup olmadığını da öğrenmen lazım. Eğer aç değilse en azından bir tatlı ısmarlar, kendini sana daha yakın hissetmesini sağlayabilirsin ha…
‒O benim ikramımı kabul ederse, adımı Bahtiyar olarak…

‒Aman aman, Allah aşkına yine başlama! Zaten geldiniz bak, kalk da çıkabilsin yavru ceylanın. Hem önden çıkarsa nereye gittiğini anlar, ona göre bir taktik geliştirebilirsin umarım, nasıl olacaksa!
‒Sola yöneldi benim endamı eşsizim, tuvalet solda mıydı?
‒Nasıl da yuvarlak her şeyi, baksana şu popoya oyyyy oy!
‒Sen şu mola boyunca iğrençleşmeden durabilecek misin?! İstersen inme, otobüste bekle ha!
‒Ne yapacaksın, geviş getirmeye devam mı? Bu mola şansını harcatmam oğlum sana, yürü bakalım…
‒Acaba lokantada mı beklesem onu? Ya direk çay salonuna giderse? Hem sonra hediyelik eşya bölümüne de gidebilir? Kapıda bekleyip de peşine takılsam tuhaf olur, yakışıksız kaçar uf yaa…
‒Al işte, bunu otobüste öğrensey…
‒Şimdi de sen başlama felaket tellalı! Görmüyor musun bizim kaderimiz birleşmeyi zorunlu kılıyor zaten… Abisinin bayan yanı almayı unutması, otobüste tek oturan bayan olmaması, sonra kısa sürede kaynaşmamız; bunlar hep tesadüf mü? Alnımın yazısı derken şaka mı yaptığımı sanıyorsun?
‒Kaynaştın da ne oldu kerkenez, kızı çürümeye bıraktın dört saat… Neyse bak çıkıyor seninki.

Şimdi çay salonuna doğru ilerliyor benim ruh ikizim, acaba sigara da içiyor mu? Gerçi en ufak bir sigara kokusu alamadım ama belki de kötü kokular onun gül nefesine tutunamıyordur, belki de kötü olan her şeyden azadedir benim ruhani liderim, kurtarıcı mesihim…
‒Sen yakında bunun için tapınak filan da yaptırırsın ha…
‒İçimi mi okudun şom ağız?
‒Gerek yok ki, salakları bu kadar yakından tanıyan herkes bunu tahmin edebilir.
‒Sen ciddi bir, zaman ve enerji kaybısın ha benim için. Bazen tamamen kurtulmayı bile düşünüyorum yarattığın gürültüden, soysuz davranışlarından.
‒Nedir sana engel olan, uyurgezer ahmak?
‒İşte bazen akılcı yanından faydalanıyorum, çok uçtuğum zamanlar ayaklarımı yere basmak için senin uyarılarına, önerilerine ihtiyaç duyuyorum ama şu iğneleyici, küstah dilini de çekip kopartmak istiyorum çoğu kez.
‒Başka bir yerini çekip koparırsan bana hiç ihtiyacın kalmaz, bak o zaman benden tamamen kurtulmuş olursun işte… Oğlum abazanlık erdem olsaydı seni evliya tayin ederlerdi ha! Ama bir düşün bakalım, Tanrı senin şu Buse gibi piliçleri niye yaratmış olabilir? İrademizi ölçmek için mi, yoksa bakıp bakıp yalanalım diye mi? Ha… Dikkat et de İstanbul’a gidene kadar bi yerlerin patlamasın!
‒İşte sen busun!.. Senin dünyanda ulvi olabilecek ne var ki? Kime karşı gerçekten sevgi besledin, kime karşı saygı duydun ki… Kimin kadrini kıymetini bildin ha! Sana ilgi duyan her kadını sadece bir zevk aracı olarak gören sen değil misin, onları işin bitince buruşturup atan sen değil misin, sana gönlünü açmak isteyen her kadına ilk fırsatta fermuarını açan sen değil misin? Kadın senin için meninin dışarı atılmasından başka ne ifade etti ki bu güne kadar; ey ruhsuz, ey fırsatçı sefil!
‒Anlat anlat… Zaten kalkmana gerek kalmadı bak geliyor seninki…
‒Ah evet… Buna nasıl sadece bir geliş diyebildin a ruhsuz… Görmüyor musun gece karanlığını yarıp gelen şu nurdan yaratılmış varlığı. Hissetmiyor musun, her attığı adımda sana ödülü ile gelen şu cennetten çıkma huriyi…
‒Sanki hurinin ne işe yaradığını biliyor da dangalak, izin ver de geçsin bari. Buselere boğulası…

Gönül ilacım otobüsün kapısına geldiğinde ben ayağa kalkmıştım bile, merdivenleri çıkarken başını yukarı kaldırıp o eşsiz tebessümü ile:

‒Siz molaya ihtiyaç duymadınız galiba.
‒Yoo, ben de inecektim şimdi…

Tam bu sırada bizim otobüsün mola süresinin bittiğini ilan eden, boğuk‒hışırtılı anons duyuldu. Yolcular birer birer yerlerini alırken o anda çişim olduğunu hissettim… Aslında otobüs tamamen dolana kadar bir koşuda halledebilirdim ama yavru ceylanıma o telaş içinde gözükmek hiç de uygun olmazdı. Ayrıca, zaten mola süresince ihmal ettiğim tomurcuk gülüm, tam yanıma oturmuşken kalkıp gitmem, ondan kaçtığım gibi talihsiz bir izlenim doğurabilirdi… Bir sonraki mola Adapazarı’nda, herhalde o zamana kadar tutabilirim kendimi, dedim.

Bizim ruhsuz da şu geçen dört saati piç ettiğimi söylüyor ama…
‒Artık dört buçuk saat oldu kerizciğim.
‒Her neyse; bu süre zarfında yavru ceylanıma yanaşmak için hiç bir hamlede bulunmamam, ona ne kadar güven telkin etmiştir kim bilir… En azından tacizkar biri olmadığımı anlamıştır benim, Akdeniz akşamım.
‒Yaa… Enayilik madalyan hazır, İstanbul’a varınca takacam onu ben sana…
‒Kim bilir her gün ne tacizlere maruz kalıyordur benim savunmasız ceylanım. Kim bilir kaç ağzı salyalı köpek onu dişlemek için pusuda bekliyor, kaç şehvet düşkünü sapık, onun pürüzsüz bedeni ile doyurmak istiyordur, günahkâr arzularını…
‒Biri beni mi andı, hu huuuu…
‒Kim bilir kimler çıkıyordur her gün yoluna; kim bilir onun ilgisini çekebilmek için ne yarışlar dönüyordur etrafında…
‒En büyük hıyar olma yarışını kesin sen kazanırsın.
‒Kim bilir onun izdivacına kimler talip oldu, kim bilir kaç kişi arşınladı evinin yolunu bu yüzden ve ne servetler serildi önüne kim bilir.
‒Bari adresini al da, mektup filan yazıp öyle öğrenirsin bunları. Moron!..
‒Kim bilir onun ilgisine mazhar olabilmek için ne gibi hünerlere bürünmeli, kim bilir ne üstün meziyetler arıyordur karşısındaki erkekte, benim ana kraliçem…
‒Bilmem… Şöyle kocaman, sımsıkı bir alet olabilir mi?..
‒İğrenç herif, beynimin hangi lobunda olduğunu anlayabilsem hemen yarın aldırırım seni…
‒Beyninin tamamını da aldırsan hava oğlum, sen rahatsızsın çünkü!

Tam bu esnada saçlarını iki eliyle tutup atkuyruğu kıvamına getiren top modelim, ağzında tuttuğu tokayı sağ eliyle alıp, her teli için ölünesi o saçları zarifçe tutturdu ve bana dönerek:

‒Bundan sonraki molayı nerede veriyor acaba, bilginiz var mı?..dedi, beni erite erite.
‒Adapazarı’nda veriyor normalde.
‒O da en az dört beş saat sürer herhalde.
‒Evet, sabah yedi-sekiz gibi varırız Adapazarı’na.

Bu arada İsmail şerefsizi elinde bir kolonya şişesi ile yanımızda belirdi ve şişeyi ceylanıma uzatarak:

‒Kolonya alır mıydınız?..dedi.

Kibarca istemediğini gösteren bir hareketle yüreğime su serpti yavru kuşum. O da üzerindeki efsunlu kokunun kolonya kokusu ile karışıp, büyüsünü yitirmesine razı gelmedi herhalde, benim adil tanrıçam. Doğal olarak ben de reddettim kolonyayı, İsmail şerefsizine sert bir bakış atarak.

Niye sormuştu ki benim yavru ceylanım bir sonraki mola yerini; yoksa uyumayı mı hedefliyordu? Yoksa benim yapamadığımı yapıp konuşmak için bir fırsat mı vermişti bana, aklına kurban olduğum. Zaten uyumak isteseydi, başını yasladığında onu rahatsız edecek bir toka ile saçını tutturur muydu benim fikri harikam? Hem, iki omzuna dağılmış olan o şelaleler dolusu saçı toka ile bir araya getirmesi, bizi bir araya getirmeye davet değil miydi? Hem ayrıca, bir sonraki mola yerini sorup, ‘o da en az dört-beş saat sürer herhalde’ demesi, o dört beş saati benimle muhabbetle geçirme arzusunun zarif bir nişanesi değil miydi? Demek ki o da yeni yeşerecek olan bu aşk’a hazır olduğunu en naif, en gizemli yoldan bana hissettirme kararını almıştı sonunda. Ayrıca yolculuğun başından beri sana göstermiş olduğu bu teveccüh, bu lütuf, senin bu ulvi vazifeye hizmet için seçilmiş olduğunu göstermiyor mu; bu kadar mı duyarsızsın be nankör, be sefil, be ne ile onurlandırıldığından bile habersiz şaşkın!
‒Ömrümde böyle manyak görmedim, yeminle.
‒Sen Buse’den önceki ömrüne ömür mü diyorsun. Ondan önce yaşadığın yılların ne kadar manasız, ne kadar boşluk içinde geçtiğini göremiyor musun? Unutma, bu güne kadar yaşadığın hayatın bir anlamı varsa bile; bu sadece Buse’nin eteğine diz çöküp, o’nun ışığı ile aydınlanabilmen için bir hazırlık evresidir ancak.
‒Diz çökerim ama, farklı amaçla.
‒Kadınlarla yaşadığın her tecrübe, onlar hakkında edindiğin her bilgi; seni erkek olmanın hoyratlığından biraz kurtarıp, Buse’nin huzuruna çıkabilecek inceliğe getiren bir yontulma sürecidir unutma.

Kaptan ışıkları bir kez daha kapattı; sağımdan saçılan mukaddes ışık daha iyi hissedilebilsin diye.

Asıl iş şimdi başlıyor. Şu andan itibaren söyleyeceğin her söz, yapacağın her hareket, belki de Buse’ye olan sadakatinin sınanması üzerine sana kefil olmuş yüce varlıkların onurlanmalarına, ya da mahcup olmalarına neden olacak, liyakatini sen belirleyeceksin.
‒Onlara sadece hayal kırıklığı izletiyorsun Şaban.
‒Buse’nin her sözünü bir emir telakki edip, bütün zekânı ve farkındalığını onu daha iyi anlamaya, daha iyi hissetmeye harcayacaksın ve sonunda onun bir bakışından bile anlayabileceksin ne arzuladığını.
‒Herif arzuluyor heriiiif.
‒Sahip olduğun her marifet, sergileyebildiğin her hüner, onun gönlünü hoş ettiği sürece takdir edilebilir. Ancak, aksi takdirde ayağına dolanır, üzer seni.
‒Biz çarşafa dolandık bile. Sor bakalım, bu göz yaşartıcı sadakati nasıl ödüllendirmeyi düşünüyor senin adil tanrıçan.
‒Ödül beklentisi içinde olmak, ancak senin gibi sefillerin işi olabilir! Onun kendisi, en muhteşem ödül değil mi zaten ey ruhsuz.
‒Birazdan o tokayı çıkarıp da başını koltuğa yaslarsa, uyuyan bir ödülle gidersin artık İstanbul’a.
‒Onun ne yaptığının veya hangi halde olduğunun ne önemi var? Onun varlığı ile tüm âlem şenlenmiyor mu, onun ışığı ile en ücra karanlık bile aydınlanmıyor mu, onun ateşi ile yüreği donmuş herkes ısınmıyor mu; ahh bunu hissedememek ne büyük yoksulluk, ne hazin bir akıbet!..
‒Muamelesi iyi miymiş bari, sorsana.

Tam bu soysuzun ağzının payını vermeye hazırlanırken, zarif bir hareketle tam tepemizde yer alan muavin çağırma butonuna bastı benim kuğu gölü balem, susamış olmalıydı ab-ı hayatım.

Yanan kırmızı ışığı gören İsmail şerefsizi yanımıza gelirken, Buse’nin ‘su’ diyen el ve dudak hareketini anlamış olmalı ki, o nursuz yüzünü daha fazla görmemize gerek kalmadan, bir kaç adım kala geriye döndü. Bu arada, hala yanmakta olan kırmızı ışığı, ikimiz de aynı anda söndürmeye kalkınca; yukarı doğru uzanan ellerimiz birbirine değdi ve şaşkın yüzlerle birbirimize baktık o an. Işığı söndürme zevkini bana bahşetse de, bu ilahi rastlantı onun yüzünün pembe bir gül gibi kızarmasına ve mahcup bir gülümseme ile teşekkür edip, başını cama doğru çevirmesine neden oldu.

‒Senden umudu kesti de, onun için çevirdi başını Kamil.
‒Cama baktığımda deminki tebessümün devam ettiğini, dışarıyı seyrediyor görünse de, aslında bu senkronize el uzatma hadisesinin etkisi altında olduğunu hemen hissettim. Onu hissetmeye başlamam ne büyük fazilet, ne mucizevî bir tekâmül, ne büyük bir zekâ ışıltısı Tanrım.
‒Tanrım söyle şu morona, biraz da beni hissetsin n’olur.
‒Kim bilir yolculuğun başından beri nasıl bir halet-i ruhiye içindeydi benim sebeb-i mevcudiyetim. Ben burada, o’nun aşkından aldığım ilham ve kudret ile gönül sarayımızın duvarlarını birer birer örerken, o neler geçiriyordu içinden kim bilir.
‒O sarayda bol bol otuzbir çekersin artık.
‒Belki de aşkımızın gerekli olgunluğa ulaşması için bana zaman tanımıştı, belki de pişmemi beklemişti benim, sabrına kurban olduğum. Belki de bana derinden yolladığı ruhani bir mesaj ile beni gerçek aşka davet etmişti, hakikat ile buluşmamı sağlamıştı benim, ilahi mucizem, kutsal azizem, mürşidim.
‒İmdaaaat!

Bu arada getirmiş olduğu suyu, yavru ceylanıma doğru uzattı, muavinlerin yüz karası.

Yeni doğmakta olan günün kızıl büyüsü ile insan gözünün seyredebileceği en mucizevî manzara ve insan ruhunun hissedebileceği en mukaddes hal; yavru ceylanımın suyu içmeye başlaması ile devleşti adeta. Bu bir kutsanma anı olmalıydı. Sanki yudum yudum içtiği su değil de bendim; sanki o gül dudaklarla kavradığı bardak değil de…
‒Ulan o dudaklar sadece bardak kavramak için olabilir mi hıyar Osman?

Suyu içtikten sonra elinde tuttuğu boş bardağı ne yapacağını bilemedi bir an benim, her hali güzelim. Başını belki İsmail şerefsizini görür umuduyla zarifçe çevirdi ama o şerefsiz kutsal görevini henüz tamamlamadan yerine oturarak, şu ana kadar yaratmış olduğu garabete bir yenisini daha eklemişti bile. Belki de yarınki yolculukta kime ne hainlik yapacağının uğursuz planlarını yapmaktaydı bu mel’un, bu muavin kılığındaki iblis! İdam cezasının kaldırılmış olması ne kötü!

Acaba İsmail gibi günahkârlar orta çağda nasıl cezalandırılıyordu? Engizisyon, İsmail gibi iblisleri hangi yoldan idam ediyordu mesela? Giyotin olamaz; bu çok ani, İsmail için ödül gibi bir ölüm olur. Muhtemelen yakarlardı bu uğursuzu, geriye külü bile kalmayana dek. Ah salak, Kazıklı Voyvoda’yı nasıl da unuttun. Bence en ideali, günlerce süren ıstırap dolu bir işkenceyi müteakip, kazığa oturtmak ve leşini de yakmak olurdu!

Acaba bu benim için bir tahammül testi olabilir mi? Bu ete, kemiğe bürünmüş iblis ile yaratılmışların en güzelini aynı anda, aynı yerde idrak etmem; beni sınamak isteyen yüce iradenin planlı bir oyunu olabilir mi?
‒Paranoyak manyak!

Bu arada kaptanın ışıkları yakması ile birlikte öne gelen İsmail soysuzu, önce yavru ceylanımın tutmakta olduğu boş bardağı aldı ve muavin koltuğuna yerleşti. O boş bardağı ne yapacaktı şimdi? Allah bilir diğer yolcuların boş bardakları ile çöpe atacaktı bu mukaddes hazineyi, şuursuz it! Bir an kalkıp elinden almak istedim o’nu, bu tarihi hataya engel olabilmek için ama yavru ceylanımın gözüne tuhaf görünebilirdim, bir fetişist gibi. İçim kan ağlayarak izledim, İsmail soysuzunun elinde insafsızca buruşturulan o mukaddes hazineyi.

Sayın yolcularımız, Adapazarı İlhan Tan dinlenme tesislerine gelmiş bulunuyoruz. Otobüsümüz otuz dakika yemek ve ihtiyaç molası verecektir. Değerli eşyalarınızı yanınıza almanız önemle rica olunur.

Yolculuğun başından beri tutmakta olduğum çişim, artık tutulamaz hale gelmişti. Ama büyük bir sorun vardı. Önden koşa koşa tuvalete gitmem, yavru ceylanımın gözünde ciddi bir imaj zedelenmesine neden olabilirdi. O’nun çıkmasını beklemem daha erdemli olacaktı ve ben de öyle yaptım.

Çantasını alarak bir kuğu gibi doğruldu ve emrine amadesini vakur bir tebessümle ihya ettikten sonra, süzülerek otobüsü terk etti, yoluna yüz sürdüğüm. Onun hediyelik eşya bölümüne doğru gittiğini görüp, hızlı adımlarla tuvalete doğru yürümeye başladım. İşimi bitirince elimi yıkamak üzere lavaboya geldiğimde aynaya baktım gayrı ihtiyari. Şu aynada gördüğüm artık eski Osman olabilir miydi?
‒Yok. Eskisinden daha salak bir Osman var artık. Hasan iki salak Osman dört. Hani Hasan’ın iki misli, hiç salak olmayanın dört misli salaklıkta bir salak Osman!
‒Şu aynada gördüğüm yüz Buse’nin o eşsiz tebessümü ile baktığı yüz değil mi, şu yıkadığım el onun tenezzül edip sıktığı el değil mi?
‒Hazır tuvaletteyken şu elle bi rahatlatsan beni?
‒Şimdi ne yapıyordur acaba benim yüce gönüllüm hediyelik eşya bölümünde, kime ne seçiyor olabilir, pişmaniye mi? Sanki gideceği yerde o’nu görenlerin başka bir hediyeye sevinmesi mümkün de.

Dışarı çıkıp hediyelik eşya bölümüne doğru yürümeye başladım. En azından ben de evdekilere bir pişmaniye alır, sonra ilk sabah çayımızı birlikte yudumlarız dedim umut içinde. Fakat onu hediyelik eşya bölümünde göremedim. Belki de göremediğim bir rafın arkasındadır diye içeri girip, iyice baktım ama yoktu, benim efsunlu perim. Lokantada olabileceğini düşündüm, ancak orada olsa bile yemeğimi alıp masasına oturma fikri, fazla cüretkâr göründü bana. En iyisi çay salonunda oturup beklemek olur, belki yemeğini bitirip çay içmek ister de, masama oturup beni bir kez daha ihya eder deyip, boş bir masa seçtim ve oturdum. İkinci çayımı bitirmeme rağmen henüz gelmemişti, benim yanımdayken hasretim. Belki otobüsün etrafında geziniyordur, belki de oturmuştur koltuğuna deyip, yürümeye başladım otobüse doğru, umutla. Fakat ne etrafta, ne de koltuğunda göremedim gönül ilacımı.

Bizim otobüsün mola süresinin bittiğini bu kez daha net, hışırtısız bir sesle duyup, oturdum koltuğuma çaresiz.

Diğer yolcular birer birer yerlerini alırken, Buse’nin yokluğu ile ıssızlaşan otobüsün, daha önceki seyahatlerimde olduğu gibi bıkkınlık verici bir yer olduğunu hatırladım o an. Anlamsızlaştı içindeki güruh ve çıkardığı ahenksiz sesler. Bu bigânelerin arasında olmak bile utanç veriyor bana, sanki Buse’nin yokluğunu umursamamış, sanki onun ışığına hasret kalmamışım gibi. Onsuz bir dünyanın mahrumiyetini hissedememiş bu aymazlarla aynı yerde bulunmak canımı acıtıyor, taa derinden. Bırak otobüsü, tüm Sakarya ıssızlaştı, bırak Sakarya’yı, tüm âlem ıssızlaştı sanki.

Dua etmeye başladım, yakararak Tanrı’ya. Sesim nereye kadar duyulur, kollarım nereye kadar uzanır, niyazım nereye kadar kabul görürse, Buse’ye olan aşkım, oraya kadar uzanacaktı artık. Yağmura en hasret toprağın duası değil miydi bu, güneş’e en muhtaç çiçeğin çırpınışı değil miydi bu, anneye en muhtaç bebeğin feryadı değil miydi bu?
‒Sağa bak avanak.
Tam bu esnada gördüğüm şey beni sevince boğdu. Yavru ceylanımı cep telefonu ile konuşurken gördüm otobüsün tam sağında, hem de neşe içinde. Yüreğim nasıl coştu, ruhum nasıl canlandı anlatamam.
‒Manitasıyla konuşuyor herhalde baksana, kırıta kırıta.
‒Nasıl da gülüyor o incilere inat dişleriyle gözlerimi kamaştırarak, benim sevinç yumağım. Kim bilir ne kadar nüktedan, ne kadar cıvıltılı bir mizacı vardır. Kim bilir ne büyük bir neşe kaynağıdır çevresindeki şanslılar için benim, ölüyü diriltenim.
‒Senin ölü bok dirilir! Ceset Osman!
‒Sakarya Sakarya olalı böyle şanlı bir şölen gördü mü acaba, böyle canlı oldu mu hiç; havası, toprağı, suyu. Sakarya Nehri hiç coştu mu böyle, asr-ı saadeti yarıp geçerken taşıdığı suyu, müjdesiyle götürürken başka diyarlara…
‒Bizim otobüs de salak Osman taşıyor İstanbul’a.
‒Demek ki birazdan yanıma oturacak, varlığı ile beni bir kez daha onurlandıracaktı gönül koltuğumun yegâne sahibi. Eh zaten İstanbul’a en az iki-üç saat yolumuz yok mu?
‒Sanki Almanya’ya kadar gitseniz n’olacak, fırsat düşmanı öküz!

Fakat şu telefonla konuştuğu kim olabilirdi? Acaba gelişini müjdelediği bir aile ferdi mi? Yoksa İstanbul’a sağ salim varıp varmadığını merak eden Antalya’daki unutkan abi mi? Yoksa benden çok önce onun gözüne girmeyi başarabilmiş zavallı bir hasım mı? Eğer böyle biri varsa; kiminle rekabet ettiğini bile bilmeyen bu talihsiz hemcinsim, Buse’yi sadece, onu en çok sevenin hak edebileceğini öğrenmeli artık! Bunun bir adanmışlık yarışı olduğunu anlamalı, hasmım olamayacağını görmeli ve haddini bilerek geri çekilmeli aşkımızın huzurundan! Eğer diretirse soysuzca, şunu bilmeli ki; eğer Raskolnikov sırf para için o yaşlı kadını öldürdüyse; ben Buse’ye olan aşkım için erkek neslinin kalanını gözümü bile kırpmadan öldürebilirim, hiç bir engel bırakmam aşkımın önümde!
‒Faşist ibne n’olacak. Kendini temizle de bari insanlığın geri kalanı rahat etsin!
‒Buse’ye olan aşkımın, iki fani arasındaki beşeri bir aşk ile karıştırılması kabul edilemez; bunu idrak edemeyenlerin cehaleti ve duyarsızlığı mazur görülemez! Bu aşka engel olmaya çalışmanın en büyük günah ve işlenebilecek en büyük insanlık suçu olduğu bilinmeli ve herkes önünde saygı ile eğilmeli!
‒Oğlum ben farkında olmadan altın kaplama filan mı gördün lan karınınkinde?

Bu arada telefonla konuşmasını bitiren dudu dillim otobüs’e teşrif ettiğinde, ben çoktan ayağa kalkmış ve gerekli duruşu almıştım bile. Göstermiş olduğum özeni, takdir ettiğini gösteren sıcak bir gülüşle geçti koltuğuna, gönlümün bir numarası. Ve içinden bir dergi çıkarmış olduğu çantayı yerine asıp, okumaya koyuldu âlim bir duruşla.

Şükretme ihtiyacı duydum o an, pek de âdetim olmadığı halde ve ne kadar nankör olduğumu hatırladım hicap duyarak. Tanrım ben ne yapmış olabilirim, bu şerefe nail olabilmek için? Hangi sevabım yüzü suyu hürmetine ödüllendiriliyorum, bu haddimden fazla güzellik ile? Hangi hikmetinle layık gördün beni, cihandaki en bahtiyar kulun olmaya? Nasıl taşıyacağıma hükmettin bu ağır mesuliyeti, düşüncesi bile beni ezip geçerken? Nasıl nakşettin yüreğime ömür boyu yeşerteceğim bu ilhamı, bu mukaddes aşkı? Ben meğerse, ne sevgili kulunmuşum senin.
‒O Tanrı’da adalet olsa senin gibi denyö ile beni aynı bedene hapseder miydi lan?
‒Derginin sayfalarını nasıl da itina ile çeviriyor benim eşref saatim, bir önce okuduğu sayfanın hakkını kibarca teslim ederek.
‒Senin yerinde normal biri olaydı, o yavruyu çevire çevire okurdu şimdi, meczup Osman!
‒Yolun iki yanına dizilmiş servi ağaçları, sanki nefesini tutmuş onun geçmesini bekliyordu, huşu içinde. Yeşil bu kadar güzel miydi, bu kadar derinden mi geliyordu ışıltısı? Bu kadar sarıyor muydu insanı, yeşilin büyüsü ve eşsiz manzarası.
‒Moronların rengi mor olur mor.
‒Sadece ben değil, âlem mest şu anda. Bulutlar bile teyakkuz halinde sanki, kol kanat germişçesine aşağıdan geçen mukaddes ruha.
‒Bence aşağıdan geçen salağa gülüyorlardır.
‒Bulut olasım geldi o an. Çekilip göklere bakmak istedim dünyaya, fani olan her şeyin fevkinde, sonsuz bir huzurla.
‒O senin dediğin Zülfü’nün şarkısı oğlum, Buluut mu olsaaaam…

O esnada bitirmiş olduğu dergiyi bana doğru uzatıp, zaten hiç ayrılmadığım o nur cemalini, tebessümü ile taçlandırarak.
‒Göz atmak ister miydiniz Osman Bey?..dedi, benim ikram’ı şahanem.

Bu bir imtihan olmalıydı! Bütün ruhumun ve zihnimin onunla meşgul olduğunu bildiği halde, asla okumayacağım dergiyi niye uzattı ki bana, benim her şeyi muammam? Yoksa sadakatimden şüphe mi ediyordu? Yoksa her şeyi anlayıp anlamadığımın, latif bir kontrolü müydü bu? Teşekkür edip, istemediğimi söyledim doğal olarak.

Bu arada elinde bir kolonya şişesiyle bir kez daha, hadsizce beliren İsmail soysuzu, elindeki kolonyayı uzattığında, ikimizin de istemeyeceğini belli eden bir hareket yaptım, bütün nefretimi en amiyane biçimde kendisine yollayarak. Fakat bunu anlamasını beklemenin bir saflık olduğunu çabucak öğrendim, hem de en sinir bozucu yoldan. Buna rağmen kolonyayı Buse’ye doğru uzatınca bu beyni düzüşmüş muavin parçası, tuttum elini sıkıca ve engel oldum, onun soysuz tacizine ve bu affedilmez aptallığa. Hala ne olduğunu anlayamadığı, o ebleh suratına en tiksinç biçimde yansımış olan bu mel’una, istemeyeceğini bu kez de sesli olarak söyledim, mecburen:
‒Buse Hanım kolonya istemiyorlar.
Fakat yavru kuşum hiç ummadığım bir hareket ile:
‒Biraz alayım…diyerek elini uzattı, benim nispet’i şahanem…

Bunu fırsat bilen İsmail şerefsizi, kolonyayı Buse’nin eline dökerken bir yandan yüzüme: ‘Hani istemiyorlardı ha, ne tutuyorsun elimi’, der gibi baktı yavşakça. Orta çağda olmadığımız için üzüleceğim kimin aklına gelirdi?

Avucuna aldığı kolonyayı yüzüne süren misk-ü amberim, teşekkür etti İsmail yavşağına, talihsizce. Acaba kolonyayı almakla nasıl bir mesaj vermişti bana, neyi anlamamı istemişti. Acaba sadece onun alışkanlıklarını bilmemin, onu memnun etmeye yetmediğini mi göstermişti? Acaba sürprizlerle dolu olduğunu ve ele avuca sığmadığını mı anlatmıştı, bu kurnaz yolla? Yoksa ona uzanan yolun ‘bir’ değil de, labirentlerle dolu olduğunu mu öğretmişti bana, benim feyz-i şahanem, mektebim, medresem.

Tam bu sırada, otobüsün İzmit Tüneli’ne girmesine bir kaç metre kala, çok tatsız bir hadise gerçekleşti. Muhtemelen mola yerinde yediği yabancı yemeklerin hazım sıkıntısını çeken yavru ceylanım; araba lastiğinin patinaj sesini andıran bir ses çıkararak, talihsizce yellendi.
‒Osurdu lan seninki.
‒Kes sesini münasebetsiz!
‒Osmaan, Osmaan osuruğma düüşmaan.

Tünelden çıktığımızda, benim bile hissetmek zorunda kaldığım o kesif koku, otobüs’ün ön tarafını sarmıştı bile. Bu talihsiz kaza, arka koltukta oturan iki hadsizi çok eğlendirmiş olmalı ki, küstahça güldüklerini duydum, esef içinde. Bir an arkaya dönüp hadlerini bildirmek geldiyse de içimden, deminki kolonya hadisesini hatırlayıp, bağrıma taş bastım yeniden.

Belki küçük bir ‘pırt’ olsaydı sorun yoktu ama o nahoş sesin bu kadar uzun sürmesi ve kokunun arkadaki yolcuların bile hissedebileceği kesiflikte olması, yavru ceylanımın yüzünü allara bürümüş, mahcubiyet içinde camdan bakmasına neden olmuştu maalesef.
‒Bana bak lan, yatakta da böyle osurursa, benim hevesim kaçar ha.
‒Acaba yellenme yolu ile bana bir şey mi anlatmak istemişti, benim yavru ceylanım.
‒Ulan bari osuruktan mesaj çıkarma, yuh beee.
‒Bunun hikmetini anlamanı bekleyen kim zaten, ruhsuz!
‒Bana bak lan, o anda kibrit çaksaydın otobüs havaya uçardı ha.
‒Sen benim aşkımın böyle şeylerle sarsılacağını mı sanıyorsun, inançla inşa ettiğim o sarayın, bir rüzgârla yıkılacağını mı düşünüyorsun ey gafil! Buse’ye olan aşkım koşullara bağlı olabilir mi? Ben onun her haline meftunum, her şeyine müptelayım artık.
‒Artık osuruk müptelası bir Osmanımız var, hadi hayırlı olsun.

İsmail iblisi bu kez, elinde bir yolcu listesi ile belirdi yanımızda. Tek tek yolculara nerede ineceklerini sorup, Anadolu veya Avrupa yakasında inecekleri işaretliyordu, bu muavin faciası.

Ben Alibeyköy’de ineceğimi söyledikten sonra büyük merak içinde Buse’nin cevabını beklemeye başladım. Ve maalesef korkulan oldu, Anadolu yakasında ineceğini söyledi benim, yanımdayken gurbetim. Beni tarifsiz bir sükût-u hayalle baş başa koymuştu yavru ceylanım, bir saat önce otobüsü terk edeceğini söyleyerek. Bağrıma taş basıp beklemeye koyuldum, hiç gelmemesi gereken veda anının yakıcı ateşini, derinimde hissederek.

İzmit körfezi bu kadar sessiz miydi, bu kadar durgun muydu suyu; yoksa içimden çağlayan duygu seli mi susturmuştu onu? Önceki yolculuklarımda İstanbul’a yaklaştığım için beni sevinçle uğurlayan bu yerler şimdi, yaşanacak en hazin vedanın teessürüne bürünmüştü sanki. Önümde uzanan hayatı düşündüm o an, geride kalan beyhude kısmı, hiç yaşanmamış gibi.
‒Bak bunu iyi söyledin işte, ziyankâr herif.
‒Artık Buse’nin aşkına adanmış olan istikbalim, onun ektiği sevgi tohumunun yeşermesi için çabalayacağım ve sonunda huzuruna diz çöküp ışığına talip olacağım bir merhale değil mi?
‒?..
‒Yoksa bencillik miydi bu yaptığım? Yoksa bir yüreğe sığmayacak kadar büyük bir aşkı, hapsetmeye mi çalışıyordum küçücük yüreğimde? Yoksa herkesin nasiplenmesi gereken bu yüceliği kendime mi saklıyordum egoistçe, alçakça? ‘Buse!’ diye bağırmalı mıydım yoksa, bütün cihana?
‒Bir resmini al lan bari.
‒Yoksa paylaştıkça mı yeşerecekti bu sevgi tohumu, besledikçe mi uzanacaktı göklere; ona inananların el birliğiyle?

Sessizliği hissettim o an, daha önce hiç olmadığı gibi, hiç olmadığı kadar. Dinginleşti tüm ruhum ve onu çevreleyen ne varsa. Önce korktum, ölüme yaklaştığımı hissederek, sonra teslim oldum ona; beni götüreceği yeri görüp, sonsuz özgürlüğün zevkine ererek. Bu hafiflik, ne eşsiz!
Sonra, ölüme en yakın olduğum anda, kendimi en canlı hissettiğimi görüp, halime güldüm.
Merhamet bana ne uzakmış meğer.

Yavaş yavaş terk etmekte olduğumuz İzmit Körfezi’ne baktım son defa. Şükranlarımı sundum, coşkun duygularımı durgun sularında eritip, mutlak sessizlik ile beni uğurlayan bu güzel vatana; bu aziz suya.

Temaşa… Göz’ün bu kadar yakınında mıydı? Ses… Yüreğin bu kadar içinde miydi? Niye bu hal, biraz sonra uçup gitmek zorunda? Niye bu kadar perde var gözümün önünde, niye bu gürültü susmaz zavallı zihnimde, niye bu kadar ıstırap var insan eliyle? Yazık.

Acaba şimdi ne halde, deminki mahcubiyeti biraz azaldı mı yavru ceylanımın? Demeye kalmadı… Çantasındaki telefondan gelen iki münasebetsiz ‘bip’ sesi ile sarsıldım!

O an bütün telefon operatörlerini, hatta uzaydaki bütün haberleşme uydularını patlatmak istedim!!! Teknoloji dediğin şey bu kadar da insanlık düşmanı ve duygu katili olmamalı, sevenlerin arasına bu kadar girmemeli!

Mesajı okuyan ceylanım, bir piyano resitali veren parmak zarafeti ile, karşı mesaj yazmaya koyuldu.
‒Nasıl saks çaldığını da görmek isterdim doğrusu.
‒Soysuz seni!..
Demeye kalmadı, bu sefer İsmail iblisi, o lanetli suratı ve iğrenç sesi ile:
‒Sizin bagajınız var mıydı?..diye sordu, sefilce…
Ben olmadığını söyleyip, yavru ceylanımın cevabını beklemeye koyuldum, acı bir merak içinde.
‒Benim de yok…Cevabını duyunca, bir kez daha yıkıldım.Demek ki bagajın yanında bavulunu almak için beklemeyecekti. Demek bu kadar ani olacaktı ayrılık anı,bu kadar
çabuk kaçacaktı benim yavru ceylanım.

Ona son bir defa bakıp, bu eşsiz güzelliği iyice ruhuma kazımak istedim ama gözlerim kamaştı, çok bakamadım. Bir tokat yemişçesine sersem, başımı yasladım koltuğa, gözümü kapadım.

Bu arada otobüsümüz, garajın olduğu Dudullu’ya girmişti bile. İnecek olan yolcuların telaşına ek, kaptanın açmış olduğu radyodan gelen harika şarkı, derin hislerime tercüman olmuştu sanki.

Ömrümce hep adım adım,
Her yerde seni aradım.
Ben kalbimden, başka yerde,
İnan seni, bulamadım.

Otobüsün camına vuran yağmur damlaları ile gözümü açıp, huşu içinde baktım bu mübarek ayine, İstanbul rahmetiyle ağırlıyordu Buse’yi, temiz yollar seriyordu önüne.

O ne âlemde acaba? Diye baktığımda ise, sabah rehaveti ile gözleri mahmur, yağmur seyri halindeydi benim, kozmik mucizem.
‒Telefonunu al lan bari, kozmik salak!
‒Bizim haberleşmemiz telefonla olabilir mi, a güdük sefil.
Otobüs garaja tamamen yanaştığında, yavru ceylanım çantasını alıp doğruldu ve buruk bir tebessüm ile:
‒İyi günler Osman Bey…dedi, deminki talihsiz kazanın mahcubiyeti ile…
‒İyi günler Buse Hanım…dedim, söylemesi zehir gibi acı gelse de.

Şiddetini biraz arttırmış olan yağmura teslim ederek kendini, uzaklaştı gözlerden ruhumun aynası. O bilmiyor muydu sanki, geride bıraktığı ışığı ve hiç sönmeyecek bu cevheri.
‒Aaa osuruğu unutma!
‒Buse ile geçirdiğim sadece bir yolculuk olabilir mi, bu mucizevî serüven sadece bir tesadüf ile izah edilebilir mi?
‒Bence abisi ‘öküz yanı’ alarak cezalandırmış onu.
‒Gezilmez yerlerde gezdirdi beni, görülmez olanı gösterdi bana, söylenmez olanı söyletti benim, merhameti eşsizim.
‒Hastasın sen oğlum, hem de ağır hasta.
‒Buseee.
‒Hastaaaaa.

‒SON ‒

Hırsız Kraliçe

Bir varmış, bir yokmuş. Zamânın birinde yanyana yaşayan iki krallık varmış.
Kebabistan ve Pertistan. Kebab’lar bolluk ve huzur içinde yaşarken, Pert’ler yoksulluk ve sefâlet içindeymiş.Halkının bu biçâre durumuna çok üzülen Pert kralı Zürtettin, aynı coğrafyada yaşadıkları hâlde nasıl bu kadar farklı olduklarını bir türlü çözemezmiş. Hâttâ sırf bunu öğrenebilmek için Kebabistan’a ajan yollamayı bile düşünmüş ama, hem Kebabistan çok iyi korunduğu için, hem de kendi ajanları sefil görüntüleri ve ilkel davranışlarıyla kendilerini hemen ele verir korkusuyla buna cesâret edemezmiş…
Onun bu kederli hâlini gören dört kızından en küçüğü ve güzelliği dillere destân olan Ambernaz, kral babasına yardım edemediği için, en az onun kadar üzülür, kahrolurmuş…

Günlerden birgün Kebab kralı İsotius ölünce, tek oğlu olan Abazius anlı-şanlı bir törenle tahta geçmiş. Bunu fırsat bilen Ambernaz babasına koşarak gidip, kendisini bir câriye gibi, genç kral Abazius’a hediye olarak göndermesini istemiş… Küçük kızından ayrı kalmak istemeyen ve onun yakalanması riskini göze alamayan kral önce buna itiraz ettiyse de, kızının ısrarı ve ikna gücü karşısında, içi kan ağlayarak da olsa kabul etmiş güzel Ambernaz’ın bu teklifini…

Ambernaz, en güzel elbiseleri giydirilip, en güzel takıları takılıp, babası ve ablalarıyla vedâlaştıktan sonra, bir tahterevana bindirilip Kebabistan’ın yolunu tutmuş, kafasında binbir şeytanlıkla…
İki günlük bir yolculuktan sonra Kebabistan’a vardıklarında Ambernaz, bambaşka bir âleme girdiğini hemen hissetmiş… Etrafta kendi ülkesinde hiç göremediği kadar ağaç ve çiçek varmış… İnsanlar sağlıklı ve iyi giyimli, hayvanlar ise hep besiliymiş… Gökyüzü bile bir başka parlıyormuş Kebabistan semâlarında…

Saray kapısına vardıklarında, kendilerini durdurup kontrol etmek için tahterevanın perdesini aralayan saray muhafızını güzelliği ve şeytâni gülüşüyle erittikten sonra, genç kral Abazius’un huzuruna çıkmak üzere saraya alınmış Ambernaz…

Kadınlara olan düşkünlüğüyle bilinen genç, yakışıklı ve heybetli kral Abazius, o sırada en güzel câriyelerinden biriyle hâlvet hâlindeymiş…
Ambernaz iki saatlik bir bekleyişin ardından, uçkurunu toplayarak merdivenlerden aşağıya inen genç kralı süzmüş, süzmüş, süzmüş ve?..
“İşte benim erkeğim (salağım) bu” demiş, içinden…
Ambernaz’ı hiç rastlamadığı bir güzellik ve seksapel içinde gören Abazius, sabahtan beri hâlvet hâlinde olduğunu tamâmen unutup, yeni hediyesini kucakladığı gibi, daha demin terkettiği hâlvet odasına doğru koşturmaya başlamış. Daha az önce seviştiği hatunun hâlâ odada olduğunu görünce de, müthiş bir sinirle:
-“Bre zındık, sen hâlâ ne yaparsın bu odada!” deyip, biraz önce spermlerini boşalttığı hâtunu dehlemiş…
Ambernaz, her ne kadar bunu kralın daha dinlenmiş bir anında yapmak istese de, Abazius’un o anki şehvetine karşı gelememiş…
Ve bütün hünerlerini ortaya koyarak genç kral Abazius’a, o güne kadar yaşamadığı bir zevk yaşatmış…
Ambernaz’ın muhteşem güzelliği ve inanılmaz dişiliği karşısında âdeta büyülenen kral Abazius, bu zevki haremindeki bütün câriyeleri gözden çıkararak, sâdece Ambernaz ile aylarca sürdürmüş…

Ambernaz, bir gece yine ateşli bir halvet sonrası, Abazius’un sarhoş hâlinden de yararlanarak hamile olduğunu, ancak evlenmeden bu çocuğu asla doğuramayacağını söylemiş. Zaten Ambernaz’a deli gibi tutkulu olan Abazius, baba olacağını da öğrenince, saraydakilere emirler yağdırıp düğün hazırlıklarını başlatmış. Bir hafta sonra da, anlı-şanlı bir düğünle evlenmişler. Kebab halkı yeni kraliçelerinin güzelliği ve kralları Abazius’un mutluluğunu günlerce süren eğlencelerle, sabahlara kadar yeyip, içip kutlamış…
Zaten hâmile olan Ambernaz, 6 ay sonra bizim krala bir de erkek çocuk doğurunca, saraydaki bütün câriyeler bu gözde ve anaç kraliçeye biat etmeye başlamış. Kral Abazius yeni kraliçesini o kadar sevmiş ve itimat etmiş ki, sonunda saraydaki hazine odasının anahtarını bile tek oğlunun anası, sevgili ve seksi eşine emânet etmeye karar vermiş… Artık sarayın ve hazinenin en büyük hâkimi Kraliçe Ambernaz olmuş…
Hazine odasına girdiğinde ağzına kadar mücevher ve altın sikke ile dolu olduğunu görünce, hemen kağıda-kaleme sarılıp kral babasına bir mektup döşenmiş Ambernaz…

Sevgili Babacığım,
Bir yıl boyunca sizden ve ülkemden ayrıyım, sizleri nasıl özlediğimi anlatamam. Ancak küçük kızınız hiç boş durmadı bu bir yıl boyunca…
Şu anda bu mektubu, Kebabistan’ın yeni kraliçesi olarak yazıyorum size…
Bir de erkek torununuz oldu, adını da ülkemizin kurucusu kral dedemin adı olan Perttettin koyduk…
Sizden bir isteğim olacak. Bir plan gereği üç ablamı da buraya, saraya hizmetçi olarak alacağım… Yanlız, kendilerine sıkıca tembih edin beni görünce tanıdıklarını belli etmesinler ve sarılmaya kalkmasınlar. Kraliçenin karşısındaki birer hizmetçi gibi davransınlar. Planımın ne olduğunu, zâten daha sonra anlarsınız. Bu mektup elinize geçer geçmez hazırlıklara başlasınlar ve ertesi gün yola çıksınlar…. Kızınız Ambernaz…

Kurnaz kraliçemiz o gece Abazius’u şehvete ve içkiye boğduktan sonra, bebekleri ve kendi özel işleri için 3 kadın hizmetçi alacağını söylemiş. Karısının bu isteğini son derece mâkul bulan Abazius “olur kraliçem” deyip sızmış…
Bir hafta sonra 3 abla hizmetçi kıyafetleriyle saraya gelince, Ambernaz onları gizlice odasına almış ve doya doya birbirlerine sarılıp hasret gidermişler. Sonra da planını anlatmış ablalarına…
-Pert halkının bu kadar yoksul ve babamızın da bu yüzden devamlı kederli olmasını hazmedemiyorum. Sarayın idâresi ve hazinesi artık benim elimde. Ve burada her iki ülkeye de yetecek kadar altın ve mücevher var…
Sizden isteğim, her hafta sonu biriniz Pertistana gidip benden aldığınız altınları babama verip, hemen geri döneceksiniz. Bunu sırayla yaparsanız hem sizin için daha az yorucu olur, hem de yokluğunuz fazla dikkat çekmez. Zâten Abazius’un gözü benden başka birşey görmüyor…
Ambernaz’ın bu teklifini sevinçle karşılayan 3 abla odalarına yerleşince, Ambernaz gizlice hazine odasına gidip 1 torba dolusu altın doldurmuş ve ertesi gün ablalarından en küçük olanı Mıncıknaz’a verip yola çıkmasını istemiş… Henüz birkaç gün önce yolcu ettiği kızlarından birini karşısında gören Pert kralı Zürtettin ilkin şaşırdıysa da, bir torba dolusu altını görünce kurnaz kızı Ambernaz’ın planını oracıkta anlamış. Altınları babasına veren Mıncıknaz hemen geri dönmesi gerektiğini ve yolunun uzun olduğunu söyleyerek vedâlaşmış kral babasıyla…
Bunu bir gelenek hâline getiren Ambernaz, hazine odasından her hafta 1 torba dolusu altın ve mücevher doldurup, ablalarından biriyle Kral babasına yolluyormuş… Birkaç ay sonra Pertistan bambaşka bir ülke hâline gelmeye başlamış. Eline geçen hazineyi halkıyla paylaşan kral Zürttettin, onların daha iyi beslendiğini ve artık daha mutlu olduğunu görünce küçük kızına bir teşekkür mektubu yazıp, o hafta altın getiren ablalardan biriyle yollamış…

Sevgili Kızım…
Tahta çıktığımdan beri halkımı hiç bu kadar mutlu görmedim…
Bunlar hep senin sâyende oldu, minnettârım… Baban Zürtettin…

Ancak gitgide azalan hazine bir zaman sonra Abazius’un dikkatini çekmeye başlamış… Hazine odasının anahtarının sâdece kendisinde ve kraliçede olduğunu bildiği için, sevgili eşine de toz konduramadığı için, bunu anlamak üzere kapıya nöbetçi olarak bir asker dikmiş…
O hafta yine hazine odasına girmek üzere odasından çıkan Ambernaz, kapıdaki nöbetçiyi görünce kocasının şüphelendiğini ve önlem almak için bunu yaptığını hemen anlamış. Geri dönmüş ve ablaları içinde en genç ve en güzel olan Mıncıknaz’ı yanına çağırtmış…
-Bana bak, hazine odasının kapısında bir nöbetçi var artık. O orada olduğu sürece ben içeri giremem. Sen bu nöbetçiyi hazine odasının yanındaki odaya çekip biraz oynaşarak oyalayacaksın. Ben de bu sırada sessizce işimi bitiririm. Önce git kendini biraz süsle ve benim baştan çıkartıcı kokularımdan sürün biraz…
Kardeşinin dediklerini eksiksiz yapan Mıncıknaz, en şuh hâline bürünüp nöbetçi askerin yanına gitmiş. Birkaç dakikalık sohbetin ardından nöbetçi askerle öpüşerek odaya dalınca, bunları uzaktan seyreden Ambernaz, sessizce hazine odasını açmış ve torbayı tıka-basa altınla doldurmuş…
Ambernaz her hafta hazine odasına girmeden önce Mıncıknaz’ı süsleyip nöbetçi askerin yanına yolluyormuş… Zâten birbirleriyle çok “samimi” olan bu çift, daha birbirlerini görür görmez kenetlenerek odaya dalıyormuş ve Ambernaz da rahatça işini bitiriyormuş…

Ancak hiç hesapta olmayan birşey olmuş…
Yaklaşık 4 ay sonra Mıncıknaz ağlayarak Ambernaz’ın yanına gelmiş ve hamile olduğunu söylemiş…
Bu duruma çok sıkılan Ambernaz :
-Karnın gitgide büyüyecek ve sen bu vaziyette sarayda dolaşamazsın, dikkat çeker ve Abazius şüphelenebilir. Pertistana dönmeli ve çocuğunu orada doğurmalısın. Hem hiç olmazsa birimizin babamın yanında olmasında fayda var. Abazius bana soracak olursa, iyi çalışmadığın için kovduğumu söylerim…
Ertesi gün Mıncıknaz’ı Pertistan’a yolcu eden Ambernaz, ortanca abla olan Okşanur’u yanına çağırtır…
-Bu nöbetçi askeri bugüne kadar Mıncıknaz oyalıyordu ama bunu şimdi sen yapacaksın. Bu asker sizin hizmetçi olduğunuzu biliyor. Eğer Mıncıknaz’ı sorarsa kovulduğunu, ama gitmeden evvel asker sevgilisinin ne kadar ateşli ve mârifetli olduğunu seninle paylaştığını söylersin. Git şimdi kendini biraz süsle ve gel…
Kardeşinin dediklerini yapan Okşanur edâlı bir şekilde askerin yanına gitmiş ve muhabbete başlamış. Mıncıknaz’a çok alışmış ve düzenli bir seks hayatı edinmiş olan asker, onun kovulmasına ve bir daha hiç göremeyecek olmasına üzülmekle birlikte Okşanur’un dudaklarına da hiç itiraz etmemiş. Ablasıyla askerin sarmaş-yapış yan odaya girdiklerini gören Ambernaz, her zamanki ustalığıyla torbasını doldurmuş ve ertesi gün en büyük abla olan Yaslagül’ü de altınları götürmek üzere Pertistana yollamış…

O gün hazine odasını kontrol etmek için içeri giren Abazius, altın ve mücevherlerin daha da azaldığını görünce âdeta deliye dönmüş…
Nöbetçiyi sorguya çektiğinde ise, kraliçe Ambernaz’ın hazine odasına aylardır hiç gelmediği cevâbını almış…
Fakat içine kurt düşen kral, bundan sonra hazine odasını daha sık kontrol etmeye karar vermiş…

Ve bundan bir hafta sonra, yine Okşanur ve asker oynaş halindeyken, Ambernaz da onları gizlice uzaktan gözetlerken kral Abazius hazine odasına inmiş. Askeri kapıda göremeyince hiddetten deliye dönmüş ve yan odadan gelen sesleri duyup kapıyı açtığında ise nöbetçi asker ve kraliçenin hizmetçisi Okşanur’u yarı çıplak halde görünce kılıcını çekip oracıkta askerin göğsüne saplamış. Seviştiği adamın gözünün önünde can verdiğini gören Okşanur çığlığı basmış ama, kızgınlıktan deliye dönmüş olan kral onu saçından yakaladığı gibi kraliçeyle yüzleştirmek üzere sürüklemeye başlamış. Bu arada bunları uzaktan seyreden Ambernaz hızlıca odasına doğru koşmuş ve dadısının elinden kaptığı bebeğini emzirmeye koyulmuş…
Kapı hışımla açılmış!..
Kocasının saçından tutup odanın ortasına fırlattığı yarı çıplak ablasına hem acıyarak, hem de suçluluk duygusuyla bakmış kraliçe…
-Söyle!.. bu işte senin parmağın var mı? Yoksa işkenceyle konuşturacağım bu orospuyu!..
Zâten ablasının perişan olduğunu görüp daha fazla acı çekmesine râzı olmadığı için:
-Tamam, otur ve biraz sakinleş herşeyi itiraf edeceğim sana, deyip bebeğini beşiğine yatırmış…
Ablasıyla bebeğin dadısına odadan çıkmalarını söyledikten sonra hâlâ hiddet içinde, nefes aldıkça göğsü inip çıkan eşine bir süre bakmış ve, başından sonuna herşeyi anlatmış… Pert kralının kızı olduğunu, o üç hizmetçinin de aslında öz ablası olduğunu, her hafta hazine odasından altın ve mücevher alıp babasına yolladığını, çünkü Pert halkının çok yoksul ve babasının bu yüzden çok kederli olduğunu, ablalarını da o askeri oyalamak ve hazine odasına girebilmek için kullandığını tek, tek anlatmış…
Kral bunları dinlerken, birbuçuk yıldır sürekli aldatıldığı ve soyulduğu hâlde hiç şüphelenmemiş ve önlem almamış olduğu için, kendini tam bir aptal gibi hissetmiş. Bir an oracıkta Ambernaz’ı öldürmeyi düşündüyse de, bunu yapamayacak kadar onu sevdiğini hissetmiş ve ileride oğluna, annesinin canını kendi elleriyle aldığını anlatmanın ne kadar zor olacağını düşünmüş. Ama bir plan yapması ve bu durumu telâfi etmesi gerektiğini de çok iyi biliyormuş…
Odadan çıkmak üzere ayağa kalkmış ve kapıyı açtıktan sonra Ambernaz’a dönüp:
-Ablalarına söyle yarın sabah sarayı terketsinler, ülkelerine geri dönsünler, demiş…
Zaten ablalarının sarayda kalmalarının onlar için hiç de güvenli olmadığını bilen Ambernaz, kralın bu emrini memnuniyetle karşılamış…
Kral o gece bir plan yapıp intikam için avcı köşküne gitmek üzere saraydan ayrılmış. Kocasının muhafızlarıyla birlikte sarayın avlusunda at binip ayrıldıklarını gören Ambernaz koşar adım ablalarının odasına gitmiş. Yaslagül’ü de hâlâ hıçkırıklar içindeki Okşanur’un saçını okşayıp yatıştırmaya çalışırken görmüş…
-Hazırlanın, sabah sarayı terkediyorsunuz. Abazius canımızı bağışladığı için şanslıyız ama bunun yanımıza kalacağını da hiç sanmıyorum, demiş…
Kendine suçlayıcı gözlerle bakıp hâlâ ağlayan Okşanur’a:
-Ne yaptıysam Pert halkı ve babam için yaptım. Birbuçuk yıldır insanımızın karnı doyuyor, babamın yüzü gülüyor. Ben bu bedeli çoktan göze aldım, sonucu neyse katlanacağım artık. Size daha fazla zarar gelmemesi ise tek tesellim. Haa, bir şey daha var, Pertistan’a dönünce Mıncıknaz’a bu olayı anlatmayın sakın. Yakında doğum yapacak, çocuğunun babasının bu şekilde öldürüldüğünü bilmesi hiç iyi olmaz, üstelik ablasıyla sevişirken. Doğumdan sonra ben bir mektup yazar, durumu izah eder ve gönlünü alırım onun, demiş ve odayı terk etmiş…

Ertesi sabah üç kız kardeş birbirine sarılarak, ağlaşarak ve helâlleşerek vedalaşmışlar… keder ve endişe içinde…
Geceyi köşkünde öfke ve intikam planları içinde geçiren kral Abazeus, sabah gözünü açar açmaz özel ulağını çağırtıp, kendi kurmay heyeti olan sarayın ileri gelenlerinin toplanması için emir vermiş…
Öğlen olduğunda hepsi yuvarlak masanın etrafında toplanmış ve bu önemli gelişmeyi genç krallarının ağzından duymak için dikkat kesilmiş.
Kral Abazeus, kraliçe tarafından nasıl ihânete uğradığını ve soyulduğunu, başından sonuna tek tek anlatmış…
Ve kurmay heyetinin bu konuda ne düşündüğünü bilmek istediğini söylemiş…
Saray yargıcı ve adâletten sorumlu olan yüce Asarius ilk sözü almış:
-Sevgili kralım… Böyle bir ihânet bağışlanamaz, mâzur görülemez… Kraliçe sizin eşiniz ve oğlunuzun anası bile olsa, ilkelerimiz ve adalet uğruna idâm edilmelidir. İbreti-i âlem için halk meydanında boynu vurulmalıdır!..
Bu sözlerin ardından ordunun başı ve askerlerin lideri yüce komutan Keserius lâfı alır:
-Sevgili kralım… Mâdem hazinemiz birbuçuk yıl boyunca soyulup, sefillerin ülkesi Pertistan’a kaçırılmış, o halde biz de orayı ele geçirir, ilk önce hırsızların başı olan kral Zürtettin’in kellesini alır, daha sonra halkını
katleder ve ganimetle ülkemize döneriz. Hem intikamımızı alır, hem de zararımızı telâfi ederiz!..
Bütün bunları sabırla dinleyen 90 yaşındaki bilge yüce Gönülius elindeki asayı sertçe masaya vurur ve:
-Bak evlat (krala evlat diyebilen, ve bu hitâbıyla hoş karşılanan tek adamdır. Çünkü herkesin gözünde âkil ve saygın biridir ulu bilge Gönülius)
Değil babanın, deden ve ülkemizin kurucusu olan yüce Kebabius’un bile iktidârını gördüm. Bu kadın seni bugüne kadar mutlu etmeyi başardı mı?
-Hem de her kadından daha fazla yüce Gönülius, onu tanıdıktan sonra hiçbir câriyeme yanaşmadım. Bir kadında aradığım herşeyi onda buldum. Ayrıca veliaht olarak bana bir oğul bile verdi. Saraydaki herkesin saygısını ve hayranlığını kazandı. Dün onu öldürmek için odasına girdim ama, elim varmadı yüce Gönülius, ona gerçekten aşığım…
-Gönlünün sesini dinlemişsin ve ileride pişman olacağın birşeyin önüne geçmişsin evlâdım. Kadınlar bizden farklı olarak, evlenseler bile geride bıraktıkları ailesini ve halkını tıpkı bir anne şefkâtiyle kollarlar. Kendi çocuklarını besledikleri gibi, onları da beslemeye çalışırlar. Çoğu zaman bunu sağlamak için akıllarını ve dişiliklerini kullanırlar. Zâten ellerinde başka ne var ki?. Ayrıca bizim hazinemizle sefillerin ülkesi Pertistan biraz huzur bulduysa, aç halkının karnı biraz doyduysa ne mutlu bize. Neticede orası da senin karının, ve bizim kraliçemizin ülkesi. Düşünsene, yardıma muhtaç ve yoksul bir baba olsaydın, kızın da zengin bir adamla evlenseydi, onun desteğine minnettar olmaz mıydın? Bırak bu insan kasaplarının lâflarını, kraliçemize sarıl ve ona destek ol, kadınına ve oğlunun anasına sahip çık…

Bilge Gönülius’un bu lâflarından çok etkilenen Abazius, toplantıyı terkettiği gibi atına atlamış ve süratle sarayın yolunu tutmuş. Atını o kadar hızlı sürüyormuş ki, muhafız süvarisi ona yetişememiş bile…
Saraya vardığında koşar adım merdivenleri çıkıp kraliçenin odasını açmış…
Bebeğiyle uyur vaziyette yatan Ambernaz içeri giren kocasını görünce uyku mahmurluğu içinde gülümsemiş ve elini uzatmış, Karısının elini tutup yüzüne doğru eğilen genç kral onun kulağına usulca şunu fısıldamış :
-Seni seviyorum kraliçem…
Ambernaz ise kocasına doğru hafifçe dönmüş ve dudağına bir öpücük kondurarak,
-Doğru olanı yapacağını biliyordum kralım… demiş…
… SON …

Onur

Sarıyer Sarıyer olalı böyle lodos görmemiştir. Omzumda bağlama, kayıkçı rıhtımına vardığımda, azgın dalgalarla birbirine tokuşan kayıkları gördüm ve umudum neredeyse bitti. Çiseleyen yağmur da cabası. Fırtınaya ve yağmura karşı muşambalara sarılmış ve kuytuya sığınmış olan yaşlı adama bir umutla yanaştım…
-Dayı, karşıya geçmem lazım, konserim var, yüzlerce insan Beykozda beni bekliyor, beni karşıya götürür müsün?..
-Evlat koca vapurlar bile seferlerini durdurdu, boğazın yarısına bile varmadan alabora oluruz, deli misin sen?
-Dayı, benim için ölüm kalım meselesi, gitmezsem yaşayamam…
-Bak evlat, ne benim bu havada karşıya kürek çekecek dermanım var, ne bu kayığın bu dalgalara dayanacak gücü…
Para aklıma geldi…
-Bu kayığın ederi ne dayı?
-Evlat kayığı satsam bile ben gelemem, dört tane evladım var, kayık devrilirse bu parayı da göremezler…
-Tamam dayı ben sürerim…deyip, o güne kadar biriktirdiğim tüm servetimi kayıkçı dayının eline saydım ve Beykoz’a doğru küreklere asıldım…
Demin çiseleyen yağmur şimdi sağanağa dönüşmüştü, kürek çekerken akıntıya kapılmamak için sola ve karşıya ilerlemeye çalışırken, boğazın tam ortasında sol kürek ikiye ayrıldı…
Tek kürekle ilerlemenin imkansız olacağını düşünüp, siyah bez kılıfı içinde zaten sırılsıklam olmuş bağlamamı çıkardım ve ikinci kürek olarak onu kullandım…
Teknesi geniş olduğundan, sola ve ileri ilerlemek daha mümkündü artık..
İki saatlik bir boğuşmanın ardından Beykoz sahili ufukta göründüğünde, sahilde birikmiş ve benim gelişimi izleyen kalabalığı gördüm… Dinleyiciler olmalıydı bu kalabalık. Yoksa niye kimi şemsiye altında, kimi muşambalar içinde ve bir kısmı yağmurdan hiç korunmadan, karşı sahilden kayıkla gelen bu adamın gelişini merakla izlesinler…
Sahile vardığımda fırlattığım ipi yakalayıp iskeleye bağladılar ve benle birlikte sırılsıklam olmuş bağlamamı tutup yukarı çektiler…
Konser salonuna vardığımızda, beni iyice kurulayıp,sıcak bir sahlep ikram ettiler. Ancak çok önemli bir sorun vardı. İki saat kürek çekmekten su toplamış bu parmaklarla artık Gelin Ayşeyi bile çalamazdım… Zaten sazım da kürek olup bata-çıka çalınmaz hale gelmişti…
Ben bu durumu karşımdaki insanlara açıklamaya çalışırken, elindeki bağlama ile kalabalığı yaran bir genç?
-Usta,usta!..bak bu babamın bağlaması, hem de Ragıp Ustanın yapımı…
deyip, elinde tutmuş olduğu dut sazı bana doğru uzattı…
Yaşı en fazla 17-18 olan bu gence su toplamış ve kabarmış olan parmaklarımı uzattığımda, hem o, hem de bunu gören kalabalık acıyarak baktı parmaklarıma, onlar da umudu kesmişti artık benden…
Sazı getiren çocuğa sordum…
-Adın ne?
-Onur usta…
-Sen saz çalıyor musun Onur?
Utana, sıkıla…
-E biraz usta..
-Peki biraz çalar mısın bize Onur?..
Biri sandalye getirdi ve Onur’a buyurgan bir şekilde,
-Hadi çal biraz ustaya…
Onur kaytağı’ya başladığında kendime şunu sordum,
Bu insanlar niye beni beklemişlerdi ki?
Eserin hızlı bölümüne geçmeden Onur’un sağ bileğini tuttum.
-Dur!..
Sonra kalabalığa dönüp,
-Aramızda genç bir yetenek var, belki Beykozlu olduğu halde onu dinlememiş olanlarınız vardır. Zaten şu an bağlama çalacak durumda değilim. İzninizle onu sahneye davet ediyorum…
Onur şaşkın,kalabalık şaşkın… Başlattığım bir moral alkışından sonra Onur’u ve sazını sahneye aldılar, dinleyiciler koltuklarına yerleşti ve konser başladı…
Bağlamaya küçük yaşta başlamış olmalıydı. İlk eser bittikten sonra, hem bizim coşkulu alkışlarımızla bulduğu moral, hem ısınmış ve rahatlamış olan parmaklarıyla, beni ve Beykoz halkını hayranlığa ve şaşkınlığa sürükledi Onur. Su toplamış ellerimi unutup nasıl alkışladığımı, tüm servetini kayıkçıya kaptırmış ve geri dönüşü bile belli olmayan biri olarak kendi acımı unutup Onur’un dehasıyla nasıl coştuğumu anlatamam… Resital bittiğinde Onur omuzlardaydı. Bağlamayı sağ eliyle havaya kaldırdı ve gözgöze geldik… Şükran duygusu öyle güzel okunuyordu ki gözlerinden. İyi ki o kürekleri çekmişsin be usta, der gibi bakıyordu bana…
Sonra ben mi ne oldum?
Hala Sarıyer’e dönemedim, hala beş parasızım, ve hala parmaklarım yaralı…
Ama Onur’u kazandım…

Üç müdür, üç dayak (tamamen yaşadıklarım)

Nasıl olur!..

Ben çocukken, Almanya’dan gelen akrabalarımız, Almanya’da bir anne-babanın, kendi çocuğunu dahi dövemediğini, şikâyet edilmeleri halinde devletin çocuğu ailenin elinden aldığını söylediklerinde, inanamamıştım ve bu şaşkınlık uzun yıllar sürdü. Bir çocuk nasıl olur da dayaktan uzak büyüyebilir idi!

Dayak, benim çocukluğumun en etkili eğitim ve ıslah yolu; yetişkinler için en pratik ve rahatlatıcı deşarj yolu idi.

Bazen evde, bazen okulda, bazen sokakta, bazen hepsinde; bizde, dayak yemeyeni dövüyorlardı!

Kızlar bize göre biraz daha şanslı görünseler de, bu eksik, evlenince kocaları tarafından giderilecekti.

Bazı hocalar öğrenciyi daha etkili dövebilmek için kendilerine has dayak yöntemleri geliştirmiş, bazıları bir kızılcık sopası ya da kalın bir cetvel olmadan dolaşmaz hale gelmişti.

Eşşek sudan gelene kadar (ki, bir türlü gelmezdi), Allah yarattı demeden (ki, yaratmamış olduğuna böyle ikna ettiler), artık, evdeki veya okuldaki dayakçının o günkü halet-i ruhiyesine göre (ki, hep bozuktu), etimiz onların, kemiğimiz onların, ruhumuz zaten onların; bir yetişkinin bile kaldıramayacağı dayakları yiyip durduk. İnanın, yediğimiz dayak, ancak işkence ile izah edilebilir idi!

Bugün bir ‘öfke toplumu’ haline gelmemizde, bu hayvan terbiyecilerinin katkıları büyüktür, hepsini ‘minnet’ ile anıyorum.

Ülkemize geç intikal eden tek şey’in matbaa olduğunu zannedenler yanılıyordu, zira pedagoji veya insan psikolojisi gibi hayati önemi haiz olgular, belki de ‘dayak yeriz’ korkusu ile eğitim sistemimize sokulmaya cesaret edememişti.

 

Erken kalkan yol alır…

O yıllarda, özellikle erkek çocuk doğduğunda, aileler onu nüfusa, bir yıl büyük yazdırırdı. Çocuk okula erken başlasın, askere erken gitsin, kısaca, hayata erken atılsın diye gelenek haline gelmiş iğrenç bir uygulamadır bu.

Daha doğduğumuz an, ömür boyu taşıyacağımız kafa kâğıdına yanlış bilgi girerek, o doğum tarihini gerçek sanan insanlara-benim gibi- ‘yok, orada 01-08-1962 yazıyor ama benim esas doğum tarihim 27-02-1963’ açıklamasını yapmak zorunda kalacak olmamız, kimsenin umurunda olmamış.

Bu yetmiyormuş gibi rahmetli annem beni ilkokula da bir yıl erken yazdırınca, ben 1968 yılında, yani daha beş buçuk yaşında, oyun oynamaya doymadan, ruhsal ve fiziksel açıdan hiç de hazır olmadığım halde, ilkokul öğretmenim Sevim Başaran’ın acımasız kollarına bırakılmıştım.

Benimki biraz fazla ‘erken’ olmuştu.

 

İlkokul…

Sevim Başaran, uzun boylu, etine dolgun ve hoş bir kadındı. Evli ve iki çocuk sahibi olduğu halde devamlı mini etek giyebilecek kadar rahat ve özgür, erkek arkadaşını sınıfa getirip ders esnasında onunla flört edebilecek kadar da utanmazdı.

Aslında her şey çok eğlenceli başladı. Pratik zekâm okumayı sökmemde ve matematik işlemlerini çabucak kavramamda oldukça faydalı olmuştu. Sevim Hanım matematik işlemlerini öğretirken bize kombine sorular sorar, (10 ile 15’i topla-7 çıkar-2 ile çarp-kalanı da 4’e böl gibi), ödül olarak da doğru cevabı ‘ilk bulan’ öğrenciyi öperdi. Arkadaşlarım, daha bu işlemleri defterlerine yazarken, ben kafadan hesaplayıp sonucu söylerdim. İlk öpücükler istekli, daha sonrakiler isteksiz ve asık bir suratla gelmeye başlamıştı: sanki sus da, biraz da diğer arkadaşlarını öpeyim der gibi. Zaten diğer arkadaşlarım, hoca beni her öptüğünde somurtarak memnuniyetsizliklerini belli ediyor ve bu durum beni sadistçe, daha çok kamçılıyordu. Öpücük arsızı olmuştum, bütün öpücükler benimdi işte! Fakat bu öpücüklerin birer Osmanlı tokadına dönüşmesi fazla uzun sürmedi.

Nereden bilecektim ki, ayrıcalığımı öpücük ile ödüllendiren bu kadının, bir gün benden ders çalışmamı isteyeceğini! Pratik zekâm artık işe yaramıyor, çünkü önüme ineklemem gereken kitaplar sürülüyordu. Bu da yeterince oyun oynayamayacağım anlamına geliyordu ki: asla kabul edilemezdi.

Matematik işlemlerinin birini bile benim kadar hızlı çözemeyen, yani Sevim Hanım’ın bir kere bile öpmediği arkadaşlarım, sanki benden intikam alır gibi, evlerinde yayıla yayıla inekleyip, ertesi gün hazır bir şekilde geliyorlardı. Okul, bir hapishaneye, dersler ise işkenceye dönüşmüştü. Sevim hanım ders anlatırken, teneffüse çıkma hayali ile o ‘buhran’ dolu dakikaları tüketmeye çalışsam da, tükenmiyordu. Önce gözden düştüm, sonra giderek artan yaramazlıklarım, Sevim Başaran’ın şiddeti giderek artan dayakları ile karşılık bulmaya başladı. Henüz oraya ait değildim çünkü.

 

Buhran patlaması. . .

Hoca bir gün, bizi dört kişilik kümeler halinde oturtup ders anlatmaya koyuldu ki, vicdanımı hala rahatsız eden, nasıl yapabildiğimi hala anlayamadığım ve kanlı bir suça bulandığım gündü o gün. O ders yaşadığım sıkıntı daha öncekilere hiç benzemiyordu. Bir çocuğu nasıl afakanlar basar, ruhu nasıl nefesini kesecek kadar daralır, nasıl git gide artan bir sıkıntı ile patlama noktasına gelir ve bunu önündeki kalın kitabı alıp solunda oturan arkadaşının suratına tüm gücü ile vurarak şuursuz ve vicdansız bir şekilde dindirmeye çalışır!

O an tahtaya bir şeyler yazan hoca, sınıfta kopan gürültü ile geri döndüğünde, arkadaşımın burnundan akan kanlar, sıranın ortasında bir kan gölü oluşturmuştu bile.

Kim yaptı bunu!.. Zaten cevabını bildiği bu soruyu, bütün sınıf ‘İnşallah hak ettiği cezayı alır’ der gibi cevapladı… Zeki!

Tahtaya davet edildim.

Her vurduğunda kafam kara tahtada sekiyor ve bir sonraki şamarı karşılamak üzere tam karşısında, bulunmam gereken yerde duruyordum. Ne kadar sürdü bilemiyorum ama, o dev gibi kadın yorgunluktan bitap düşüp iki büklüm oldu ve nefes nefese ‘Ben senin o kadının oğlu olduğuna inanmıyorum’ dedi. -Annem çok sevilen, tatlı dilli ve saygın bir kadındı-.

Şayet o an, evde doğduğumu, yani hastanede karışma ihtimalinin olmadığını ve bal gibi de o kadının oğlu olduğunu söyleseydim, kalan gücünü de toplayıp yine yumulurdu muhtemelen. Sustum.

O gün bana uyguladığı işkenceye dayanıklılık testi ve benim o’na uyguladığım efor testi, bu kadar şiddetli olmamakla birlikte, mezun olana dek: tam beş yıl devam etti.

Keşke Atatürk ‘Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır’ sözüne ‘sakın onları dövmeyin’ ikazını da ekleseymiş. Acaba fark eder miydi?

 

Sen misin köftemi yollamayan!..

Annem sokakta adres soran birini bile, güler yüzü, güzelliği ve mükemmel Türkçesi ile cezbeden ve soran kişiye o adres tarifinin mümkün olduğunca uzun sürmesini diletecek kadar, türüne hala rastlayamadığım, onu tanıyan herkeste güzel anılar ve derin izler bırakmış bir asalet abidesi idi.

Sevim Hanım’ın ve daha sonra pek çok kişinin beni ona yakıştıramaması bundandır. Sevim Hanım ile dostluğu önce öğretmenim olduğu için, daha sonra Sevim Hanım’ın da etrafında gördüğü veli profilinin çok dışında, sohbeti tatlı ve daha önemlisi aç gözlü isteklerine cevap veren tek ‘saf’ veli olduğu için gelişti.

Bir gün, misafiri geleceğini ve onları ağırlamak üzere annemden bir şeyler hazırlamasını rica eden notu yazıp elime tutuşturdu. Mutfakta bir deha olan anam, bu ricayı köfte, patates, salata ve kek ile yerine getirip benimle yolladı. Köftenin ve kekin ne kadar leziz olduğunu, arkadaşlarını bu sayede çok güzel ağırladığı için ne kadar makbule geçtiğini yine bir teşekkür notu ile anneme iletti.

Yapılan iyilikler zamanla görev halini alırmış. Ertesi gün ve ondan sonraki pek çok gün her öğle tatilinde Sevim Hanım aynı ‘rica’yı bir not yazarak, annem de ‘köfte’ yaparak yerine getiriyordu. Ben de, birbirine çok yakın olan okul ile evimiz arasında, bir posta güvercini ve kurye olarak, önce Sevim Hanım’ın notunu, sonra annemin köftelerini taşıyıp duruyordum.

Bunlar olurken dayağın kesildiğini ve benim Sevim Hanım’ın en gözde öğrencisi haline geldiğimi söylememe gerek yok herhalde!

Babamın bir şoför, ailemizin dar gelirli olduğu ve bir insandan her gün yemek yapıp göndermesini istemenin ayıp olduğu Sevim hanım’ı hiç ilgilendirmiyordu.

Benim saf anam, bunun bir istismara dönüştüğünü nihayet anlayıp da son vermeye karar verdiğinde, olan yine bana olacaktı. Dayak yine başladı!

Artık yollanmayan köfteler şamarla cezalandırılıyor, eften püften en ufak şey bile, benim dayak yememe yetiyordu. Annem ne kadar içine attı bilmiyorum ama bir gün eve döndüğümde yüzümdeki şamar izlerini görünce adeta deliye döndü ve beni bırakıp, koşarak okula gitti.

Bu olaydan kırk sene sonra, annem ölmeden bir kaç ay önce dedi ki ‘Eğer o gün Sevim’i okulda bulsaydım, yolmuştum.

 

Üç müdür, üç dayak…

İlkokul öğretmenim asla unutamayacağım beş yıllık dayak ve işkence eğitimini bitirdiğinde, belki ortaokula terfi etmekle dayaktan yırtabileceğimi düşünerek, belki oradaki hocaların biraz daha insaflı olacağını umut ederek bir hayli sevinmiştim.

Ne kadar safmışım.

O yıllarda, ortaokulda, erkeklere üniforma ile birlikte ‘şapka’ mecburiyeti vardı. Asker milletiz ya! Fakat şapkayı dışarıda takmak zorunlu, okulda takmak yasaktı (Bir şeyin hem zorunlu, hem de yasak olması durumu?). İlk gün, son ders zili çaldığında o öğrenci seli ile birlikte, adeta onların arasına sıkışarak merdivenlerden aşağı sürüklenirken, henüz toparlayamadığım ve açık kalmış olan çantamı kapatmaya çalışıyordum. Bunu yaparken de şapka başımda idi. Son kata indiğimizde, o öğrenci selinin, ortada duran koca bir nesneyi sağından ve solundan yararak ilerlediğini hatırlıyorum. Ve ben başımda şapka, hala çantamı kapatmaya çalışırken, karşımda duran o koca nesnenin önce koca göbeği, kafamı yukarı kaldırınca da, altları kararmış, öfke ile bakan gözleri ile karşılaştım. O dev nesne zalim müdürümüz Adnan Palandöken idi.

Balyoz gibi inen dört tokat ve eve gittiğimde bile hala silinmemiş olan izleri!

Dışarıda takılması zorunlu olan ‘şapka’yı okulda, o kargaşada başımda ‘unutma’nın cezası!

Belki de adamcağız, yaz tatili boyunca hiç öğrenci dövememiş olmanın acısını çıkardı, hem böyle affedilmez bir suç, dünyanın her yerinde en az dört okkalı tokat etmeliydi!

Ne harika bir ilk gün değil mi?

Sonraki iki yıl boyunca yediğim küçük, münferit dayaklar ve dayaktan bile saymadığım sıra dayakları, benim gibi cehennemden çıkmış birinin elini, en fazla kibritle yakmak kadar acı vericiydi.

Fakat o yaz, yediğim bütün dayaklardan daha fazla acı veren bir şey oldu.

 

Ah baba ah…

O gün eve geldiğimde haciz memurlarını eşyaları toplarken buldum. Annem bir yandan ağlıyor, bir yandan az sonra terk edeceğimiz evimizden gerekli olan son şeyleri çantalara yerleştiriyordu. Alacaklılar ödemeyi biraz geciktirsinler diye nasıl dil döktüğünü, babam biraz gayrete gelsin de çalışsın diye nasıl uğraştığını çok iyi hatırlıyorum. Hatta sırf bunun için, son bir umutla, babamın kız çocuk arzusunu yerine getirmek üzere, ona yemin ettirerek, benden sekiz yaş küçük kız kardeşim Burcu’yu doğurduğunu da çok iyi hatırlıyorum.

Ama bunların hiç biri babamın nargileye ve kahveye olan aşkını azaltamamıştı. Kendisine tanınan son tolerans da haciz memurlarının baskını ile sona erince, annem o’nun yüzünü bir daha hiç görmemek üzere beni ve kız kardeşimi alarak, Arnavutköy’deki annesinin ve kız kardeşlerinin yanına hareket etti. Artık ailem dağılmıştı.

Bu da yeni bir semt, yeni bir ev, yeni bir aile yapısı ve en önemlisi ‘yeni bir okul’ demekti.

 

İkinci müdür…

Annem beni Gazi Osman Paşa Ortaokulu’na yazdırmıştı. Bu okul Ortaköy’de, boğaz köprüsünün az ilerisinde, denize sıfır, ahşap bir Osmanlı yalısı idi (Yıllar sonra yandı?).

Ayrıca bu okul gerek konumu ve binası, gerek’se ciddi eğitimi ile İstanbul’un en köklü ortaokullarından biri idi. Ve en az kendisi kadar meşhur, okulla özdeşleşmiş bir müdürü vardı, Kel Fikret!

Aynı zamanda okulun müzik öğretmeni de olan bu adam, despot, Osmanlı Tarihi ile öğünmeyi çok seven, fakat Klasik Batı Müziği tutkunu biriydi.

Okulun ilk günü, sınıfta hiç kimseyi tanımayan bir öğrenci olarak ve ön sıraların tamamen dolu olduğunu görerek en arka sıraya oturdum. Ben etrafımı tanımaya çalışırken Kel Fikret sınıfa girdi. Okulun o yaz tadilattan geçtiğini, duvarların yeni boyandığını ve bu duvarları kirletenlerin ceza alacağını anlatırken, gözü benim tek başıma oturduğum sıranın arkasındaki duvara takıldı, eyvah! Oturduğumuz sıralar monte edilmemiş ve birbirinden bağımsız olduğundan, öndeki sıralar da arkaya doğru itildiğinden, benim sıramın kaçacak yeri kalmamıştı. Duvar zaten, ben daha oturmadan önce çizilmişti ve ille de bir suçlu aranacak ise, bu önümde oturan bütün sıra sahiplerinin suçuydu, çünkü beni duvara kadar sıkıştıran onlardı. Fakat bunların hiç biri Kel Fikret’in düşünmesi gereken şeyler değildi, zira ona bir günah keçisi lazımdı ve o da bendim.

Hışımla üstüme atıldı ve sınıfın ortasında dövmeye başladı. Henüz adımı bile bilmeyen arkadaşlarımla tanışmam da işte böyle oldu.

Ne harika bir ilk gün ‘daha’ değil mi?

 

Okulumuz lojman değildir…

Sarıyer’in hasretine dayanamayan ailem, çok güzel ve merkezi bir boğaz semti olduğu halde Arnavutköy’e sadece bir yıl katlanabildi.

Fakat Sarıyer maalesef bıraktığımız gibi değildi. Tüm ülkeyi saran sağ-sol vebasından o da nasibini almış, mahallede birlikte oynadığım, okulda aynı sıraları paylaştığım arkadaşlarım bile fanatikçe politize olmuş ve birbirlerine diş biler hale gelmişti.

İşte bu tekinsiz, anarşi ortamında Lise’ye başladım.

Lise müdürümüz Ruşen Altıok okulun üst katını kendine lojman olarak tahsis etmiş, sağcı olduğu herkes tarafından bilinen, akordeon çalan, ince bıyıklı ve göbekli bir adamdı. Bizimki gibi azılı solcularla dolu bir okulda sağcı bir müdür olmak, o yıllarda kimsenin hayrına değildi. Sık sık okulun önünde gerçekleşen protesto gösterilerinde, müdür, hedef tahtasındaki adam olmuş, kahrolsun faşizmin yanı sıra ‘Okulumuz Lojman Değildir’ en sık tekrarlanan slogan haline gelmişti.

Bu işlere bir türlü ısınamamış olan ben, zaten doğru dürüst ders işlenmeyen okulumuzda çıkan kavgaları ve boykotları fırsat bilip, soluğu doğru kulüp binasındaki bilardo salonunda alıyordum.

Anarşi ve boykot ile geçen o yıllar, bu gün bile tutku ile bağlı olduğum bilardo sporunu tanımam ve geliştirmem için, adeta bana zaman ve mekân sağlamıştı. Kısa sürede iyi oyunculardan biri olmuştum.

Bir gün, yine boş geçen derslerden birinde, sınıfta kopan gürültü, odası tam üst katta olan müdürümüzü fena rahatsız etmiş. Sınıfta bağırıp çağıran, şarkı ve marş söyleyen kitleye, ben de sıranın üstünde ‘ritim’ çalarak eşlik ediyordum. Müdür sınıfa girdiğinde sınıf başkanına, önce bu rezaletin sebebini, sonra bu gürültüyü kimin çıkardığını sordu. Başkan da, sanki bütün o gürültü benden çıkmış gibi, birimizi mecburen feda etmenin mahcubiyeti içinde beni işaret etti.

Tahtaya davet edildim!

Önce adımı sordu ve sonra, sınıf farkının iğrençliğini iliklerime kadar hissettiren o soru…

Baban ne iş yapıyor?..

O dayağı yiyeceğimi bilseydim, babam vali veya emniyet amiri filan demez miydim! Babam şoför dedim.

Bütün sınıfın çıkardığı gürültünün cezası yine bana kesilmiş, daha kötüsü, adam kendini protesto eden bütün okula duyduğu öfkeyi, beni acımadan döverek kusmuştu. Tokatlar peş peşe inmeye başladı.

Ertesi sabah okula gelirken, yine okulun önünde boykot yapan kalabalığın sesini duydum, ama bu defa ben de aralarına karıştım ve sesim kısılana kadar bağırdım, “Okulumuz Lojman Değildir!”.

 

Hani esprili bir bilmece vardır

Arka arkaya üç kez tekrar edildiğinde bir anlam oluşturan tek kelime nedir?

Cevap: ‘Müdür’. Yani ‘Müdür, müdür müdür?’

Ama ben daha esprilisini buldum!

Bir öğrencinin üç ayrı okulda, üç ayrı müdürden de dayak yemesi mümkün müdür?

Siz artık cevabı biliyorsunuz!